Emine Isınsu'nun Sanatının İnceliklerine Dair...


   
   
Emine Işınsu, Türk milliyetçisi olmaktan her zaman gurur duymuştur. Türkiye’yi ve Türk milletini ilgilendiren konularda yazmayı her zaman sürdürmüştür ve sürdürecektir de. Bu konuda yazarımızın şu sözleri dikkat çeker: “Elhamdülillah Türk  Milliyetçisiyim. Dün de Türk milliyetçisiydim, bugün de” 

   Emine Işınsu'nun şahsiyetinin ince çizgilerini biraz daha netleştirmek, gözle görünür kılmak için onu tanıyan ve seven yazarlarımızdan Yağmur Tunalı’nın şu sözlerine dikkat çekelim: “Işınsu, aritmetik münasebetlerin insanı değildir; hesaplı kitaplı olmaya tenezzül etmez. Şüpheciliği sonradan başlar, önce sevmeye veya beğenmeye hazırdır. Muhatabını iyi tahlil eder. Psikolojiye olan derin alâkası ve romancı olarak tahlilciligi ona insan tanımada büyük imkânlar bahşeder. Ancak, sunu söylemeliyim ki, muhatabı onun için tecrübî psikolojinin kobayı (süjet) olmaktan uzak, kâinâtın özü (zübde-i âlem), mahlûkatın en şereflisi ve saygıya layık olan insandır. Kimseye tepeden bakmaz, aksine muhatabı karsısında fazlaca alçak gönüllü ve biraz da mahcuptur.’’ 

   Emine Işınsu’nun fikirlerinin temelinde insan sevgisi, Allah’a olan bağlılığı ve milletine olan derin sevgisi yatmaktadır. Sanattaki hedefi ise, estetik mükemmeliyet olmuştur. Sanatsız fikir, fikirsiz sanat olamayacağı görüşündedir ve bu görüşünün her zaman arkasında durmuştur.

   Yaradılışından merhametli olduğunu, eserlerinde yer alan kahramanlarında görmek mümkündür. Fikriyatına ters gelen karakterleri bile onun merhamet sınırları içinde görebiliriz. Bazı eserlerinde kendisi de yapmakla beraber, sanata politika ve ideoloji karıştırılması taraftarı değildir ve hiçbir zaman da olmamıştır. Bu hataya özellikle Tutsak’ta istemeye istemeye düştüğünü itiraf etmiştir. Bunu o yıllarda “sol” ideolojiye mensup sanatkarların, eserlerinde açıktan propaganda yolunu seçtikleri, onlara nisbet olsun diye aynı yola başvurduğunu; bununsa, büyük bir yanlış olduğunu, bu yüzden “Tutsak”ın basımına daha sonradan karşı çıktığını ve bu yüzden de bu hataya istemeyerek düştüğünü söylemiştir.
   
   Türk milletinin âşığı olmuştur. Misak-ı Millî sınırlarında olan veya olmayan bütün Türklere muhabbet besler; ancak, Balkan Türkleri’ne karşı bu hislerin biraz daha yoğun olduğu da dikkati çeker. Onlara olan yakın alâkasını, Azap Toprakları (Batı Trakya Türkleri), Çiçekler Büyür (Bulgaristan Türkleri) adlı iki eserde, çektikleri çileye ortak olmak suretiyle gözler önüne sermek istemiştir. Orada çileler çekmekte olan insanların yaşadıkları zulmü yüreğinin en derinliklerinde hissetmiştir. Çünkü Emine Işınsu yazarken yaşar, kahramanlarıyla birlikte depresyona girdiği olur; alnındaki kırışıklıkların sayısı her yeni eserle çoğalır. Migreni dayanılmaz bir hal alır ve bunun sonucunda da çeşitli ilaçlar kullanmak zorunda kalmıştır.

   Onun için yazmak; aynı zamanda büyük bir hazırlık işidir. Konuyla ilgili belgeler, görenler, tanıyanlar, geniş araştırmalar, ruhî hazırlıktan sonra adeta bu dünyadan kaçar; romanıyla yaşamaya baslar. Bu genellikle bir yıla yakın sürecek olan bir hazırlık devresi olmuştur. Bilgi kırıntılarını yazarken kahramanları doğmaya, hatta isimleriyle gelmeye başlarlar; sabahlara kadar devam eden ve romanın dünyasında geçen uzun yazma safhasından sonra eser ortaya çıkar. Müsveddeler karalamıştır, defalarca okumuştur, düzeltmeler yapmıştır, eserine adeta bağlanmıştır. Geriye eserin bitmesi ile içinde oluşan derin bir boşluk kalmıştır.

   Emine IŞINSU, inanan bir sanatkârdır. İslam inancının izlerini eserlerini incelediğimizde hemen hemen her eserinde görmek mümkün olmuştur. Varlığının, özellikle de ilhamlarının temelini bu inançta görmüştür ve sımsıkı sarılmıştır. Ona göre her insanın dünyada görevi vardır; kendisininse, roman yazmaktır. Çalışırken Allah tarafından bir yardımın, ilhamlar halinde, kendisine ulaştığına inanır. Başına gelen her türlü sıkıntı, dert karşısında sabırlı olmuştur ve bunun ilahi imtihandan geldiğini kendisine sık sık söylemiştir. Bu hal, ona göre tasavvufun kapılarının aralanması demektir. Yazarın, tasavvufa olan ilgisi, şeyhine bağlılığının etkisini de özellikle Kaf Dağının Ardında’dan sonra artarak görmeye başlarız. “Dost” tabir ettiği şeyhinden aldığı feyzi, eserlerine de yansıtır. Dost Diye Diye, bunun açık bir tezahürüdür.

   Emine Işınsu için, roman yazmak yaşama sebebidir. O, edebiyatın hemen her türünü denemiştir. Şiirle yola çıkar; yazdıklarında şiir bulmaz; hikâyeler, tiyatro oyunları yazar, romanda karar kılar. Eserlerinin yapı taşını insan, özellikle de Türk milleti oluşturmuştur. Sanatının ana çizgileri mizacı ile iç içe girmiştir.

   “Bence, eserlerinin, iskeleti ,”insan”dır. Esaret ve hüzün evet, kendi mizacımdan kaynaklanan iki hal. Maddî-manevî esaretin hiç bir türlüsüne katlanamıyorum. Cümle mahlukatın eşrefi olan insana yakışa gelmemeli, esir olmak veya esirlere sahip olmak! fakat, ne acıdır ki, çoğu kere, kişi bizzat kendisi, manevi esaretinin yapıcısı oluyor.. Her türlü düşünceye, fikre açık, fakat tümünü kendi sağlam, sağlıklı mantığından, duygularından geçirerek, öz hükmünü veremeyenler de bir manada esirdir bence. Bence, hoşgörüsü olmayanlar da esirdir…” 

   İnsana yaklaşımını hoşgörü temellerine oturtan yazar, aksinin, inandıklarına ters düşeceğini belirterek; herkesin doğruyu seçme ihtimalini taşıdığını, hidâyetin Allah tarafından insanlara bir lütuf olarak verildiğinin teslimiyeti içindedir.

   Şahsiyetinin ve sanatının mihverini teşkil eden bir başka husus ise, güzelliktir. Güzel olan her şeyi sever. Yazarımızın bu özelliği ile kişiliğini birleştirdiğimizde akıllara Yunus Emre’nin şu sözü geliyor: ‘Yaratılanı severim yaradandan ötürü’… Konumuza devam edelim. Musikîden resme, şiirden romana bu ölçüyü diri tutmaya gayret eder. Evinde gördüğümüz resimler, eşyalar; Uzakdoğu’dan Batı’ya güzellik tutkusunun tabii bir sonucu olarak yerlerini almışlardır.


   
   Yazın hayatına şiirle başlamıştır. İlk şiir kitabı Nokta adını verdiği kitaptır ve bu kitabı on yedi yaşlarındayken yazmıştır. Pek çok yazar ve şair onu şiire teşvik etmiş olsa da o kendi şiirlerinden memnun olmamıştır. Bunlar şiir değil diye düşünmüştür ve manada şiir bulamadığı için şiir macerasını sonlandırmak istemiştir. Hikayelerinde ise vakadan çok insanların günlük duygularını, anlık hislerini vermeyi tercih etmiştir. Hikayeleri onun için romana giden bir basamak olmamıştır. İlham gelmiştir ve yazmıştır. Sonra da bitmiştir, bu bir ilerleme katetmemiştir. Tiyatroyu sevmiştir fakat oyun, senaryo yazmayı hiçbir zaman düşünmemiştir. Bir zamanlar TRT tiyatro kulubü onun eserini almış olsa da oyunlaştırmamıştır. Yazarımız ise oyunlaştırmadıkları için onu daha sonraları roman haline getirmiştir. Yönetmenlerin, sanatçıların yorum katması eseri orijinal halinden uzaklaştırdığı için de bu durumdan kaçındığını belirtmiştir. Emine Işınsu’nun romanı ise romanında yaşaması, kendini bu dünyadan uzaklaştırıp romanın dünyasının içerisinde hem mutlu olup hem acı çekmesi ile doğmuştur. Romana başlaması ise bir takım hakikatleri insanlara anlatma isteğinden gelmiştir. O zamanki Türklerin çektikleri acıları, ıstırapları duyurmak istemiştir. Bu konuda sessiz kalmamıştır. Yansıtmıştır. İnsanlar da bunu okusun, görsün, öğrensin istemiştir. Belgeler bulmuş, araştırmış belki de bir yıl boyunca o uğurda savaşmıştır. Notlar halinde kitaplarını yazmıştır ve bilgi kırıntılarını yazarken de kahramanları doğmuştur. Ondan sonra bir gün içimden yazmak geliyor. Abdestimi alıp, duasını edip, bismillahirrahmanirrahim deyip başlamıştır. Öyle olmuştur ve o zaman dünyası değişip kendini romanının içerisinde bulmuştur. Hatta kendini romanlarına öyle çok adamıştır ki iki romanını yazarken depresyona girmiş, ilaçlar kullanmıştır. Çok samimi yazmıştır. Süslü olsun, güzel olsun diye değil de yüreğini, duygularını ortaya koyarak yazmıştır. Romanlarını gençken yazarken konsantrasyonunu hiç kaybetmemiştir, yani mekanın ve zamanın rolü onda yok denilecek kadar azdır ve her yerde her zaman yazabilmiştir. Fakat daha sonraları yazmak için sessiz bir ortama çekilmiştir. Romanlarında şefkat ve merhametin ağırlıklı olmasını neye dayandırdığını şu sözleri ile okurlarına yansıtmıştır: ‘Efendim, yaradılıştan merhameti iyimde Merhametli iyimdir, ama bir Yunus terbiyesi, tabi ki göre diyemem; görmeye çalıştım. “Yaradılanı severim, Yaratan’dan ötürü” veya “Yaratılanı hoş görürüm. Yaratan’dan ötürü tebiyesi içinde. Yani, Allah’ın kuluyuz hepimiz. Kimin daha iyi olduğunu, kimin daha yakın olduğunu biz bilemeyiz. Onun iç mümkün olduğu kadar yargılamamak lâzım. Çünkü, bir nevi keskin yargıda Allah’a şirk olabiliyor. Çünkü o, biliyor, sen bilmiyorsun. Hüküm vermek bir insana, onu batırmak. Belki çok iyi tarafları var, sen onu bilmiyorsun. Yani biz kesin yargılar bulunmamak zorundayız. Bilen Allah’tır; biz değiliz. Onun iç hep sevgi ve şefkatle yaklaşıyorum insanlara. Çünkü, hep Allah ‘ın kulu.’ 



   Yunus’u roman yapamadığından dolayı üzüntüsünü her zaman dile getirmiştir. Yunus, romanlarına girip çıkmıştır fakat bir anı olarak roman olarak yazmamıştır. Romanlarında Mehmetler vardır. Mehmet’i ümit sembolü olarak almıştır. Bir nevi Peygamber Efendimizin remzi ve ümit sembolü olmuştur.

   Emine Işınsu, kendini feminist saymıştır fakat bu erkeklerle bir yarış şeklinde değildir. ‘Yalnız hakların ve vazifelerin erkek ve kadın arasında eşit dağılmasından yanayım. Mesela: Bir kadın memur, sırf kadın olduğu için az maaş almamalı veya erkek sırf dışarıda çalışıyorum diye eşine, çocuklarına yardım etmemezlik yapmamalı. Çünkü, dikkat edersek hele çalışan kadınlar, dışarıda çalışıyor, erkek de çalışıyor; aynı zamanda eve geliyorlar. Erkek elinde gazetesi oturuyor; kadın mutfağa giriyor; buna dayanamıyorum. Erkek de kadın da madem ki dışarıdadır;, eve gelince de mutfağa beraber girmeliler. Çocuklara alâka bakımından da aynıdır; sadece anneye bırakmamalı. Babanın da alâkasına çocuk muhtaçtır. Bizim klasik ailemizde babayla çocuk arasında daima anne vardır. Baba bir şey söyleyeceği zaman, çocukların yapıp yapmamaları konusunda anneye söyler. Baba hep yüksek bir yerlerdedir. Çocuk da bir şey isteyeceği zaman anneye söyler; anne aradadır. Bu iyi değil, çocuk terbiyesi bakımından. Çocuk açık seçik net olarak, anneyle de babayla da tekil ilişki kurabilmelidir. Yani arada kimse olmasın diyorum. Benim feministliğim bu kadar.’

   Gerçek özgürlük onun için kadının ve erkeğin birbirini sevmesi, güvenmesi, şahsiyetlerini kaybetmeden birbirine bağlılıkları ile olacaktır. Bu düşüncelerini, kahramanı Mevsim’de de görürüz :
“Aşk,   şahsiyetlerden fedâkârlık etmeden, bir olabilmekmekti, böyle bir teklikte insan olmanın manası ve hürriyet vardı. Ve sevgi yapıcı bir güçtü, güçtü. kısır, engelleyici, korku getirici hasta bir duygu değil” [Kaf Dağının Ardında, s.157]

   Kadınları erkeklerden daha iyi tanımıştır ve daha çok sevmiştir. Erkekleri kaç yaşına gelirlerse gelsinler şımarık ve çocuksu bulmuştur. Kadınların daha çok hissettiklerini söylemiştir. Resim yapmayı çok sevmiştir fakat kursa gittiği halde yapamamıştır. Bu yarım kalmış isteğini ise kadın kahramanlarından bir ya da birkaçını ressam yaparak bastırmıştır.

   Işınsu, romanlarında denize yer vermez, çünkü sevmez. Bunun altında da onun migrenini tetiklemesi yatmaktadır. O ormanları sevmiştir. Ormanlar onu dinlendirmiştir ve huzur vermiştir. Romanlarında tasviri sevmez. Bu durum onun etrafa çok dikkat etmeyişinden ve mizacından kaynaklı olmuştur. Şöyle der: Bence bir noksanlık, fakat bu benim şahsi noksanlığımdan kaynaklanıyor. Ben de maalesef fazla dikkat etmem çevreye, insanlara. Mesela: Bir insanla konuşup görüştüm ayrıldım; onun halet-i ruhiyesi hakkında, ruh donanımı, psikolojisi hakkında bir fikir edinmişimdir; ama ne giyiyordu, deseniz, bilmem, hatırlamam. Kendi dikkatsizliğimdir bu. O yüzden romanlarımda da yapamıyorum. Tabii noksanlık. Çok fazla tasviri sevmem ancak, biraz olmalı. Bir roman okurken çok fazla tasvire girilmişse atlarım, ama benimki de ifrat oluyor. İfrat, tefrit olmasın. Bu benim mizacımdan kaynaklanıyor. Etrafa dikkat etmiyorum.

   Işınsu, yazmış olduğu diyalogları hızlı bir şekilde gözden geçirme alışkanlığı edinmiştir ve kelimelerinden kulağa hitap etmeyenleri değiştirme yoluna gitmiştir. Söz kelimeye gelmişken eserlerinde Türkiye Türkçesinde pek rastlayamadığımız, sadece Doğu Anadolu’da kullanılan ‘nanca’ ve ‘özüm’ kelimelerine rastlıyoruz. Yazarımız nanca kelimesine Dede Korkut eserlerine rastladığını ve özüm kelimesini ise Azerbaycan Türkçesi’ni çok sevdiği için kullandığını okurlarına aktarmıştır.
Romanın dili hakkında görüşlerini ise şu şekle ifade eder: ‘Ben romanlarımın dilinde, yaşayan Türkçeyi kullanıyorum; konuşurken de öyle. Bugünkü dil bana facia geliyor. Ama herhalde böyle gitmez diye düşünüyorum. Bilhassa radyoların çoğalması, televizyonların çoğalması dili çok bozdu. Vurgular çok yanlış kullanılıyor. Bir takım yeni kelimeler, argo her zaman olmuş; onlar geçicidir. Gelir gider. Bir zaman moda olur sonra yenileri gelir ve giderler. Takılmaklar makılmaklar, geçer bunlar. Ama, Türkçe vurgular yanlış, o beni çok rahatsız ediyor. Kelimelerdeki şapkaların kaldırılması çok kötü oldu. Çocuk okumayı bilmiyor; bilmeyince de vurgu yanlışı yapıyor. Sonra bu Amerikan modası, nedir bu bütün dükkanlar İngilizce. Çok dertliyim aslında bu konuda. Yine “r”siz konuşmalar; geliyo, gidiyo… noksan telaffuzlar; gelcek, gitcek gibi., beni çok rahatsız ediyor. Bunları anlayamıyorum. Bunda Türk Dil Kurumu’na büyük görev düşüyor. Ben bir roman yazarıyım ve romanlarımda yaşayan Türkçeyi kullanmağa dikkat ediyorum. Daha fazlası benim işim değil.’

   1980 sonrası romanını pek aydınlık görmemiştir. Çetin Altan’ı Yaşar Kemal’i okumaya tahammül edememiştir. Orhan Pamuk hakkında görüşleri de bu şekilde olmuştur. Onun sadece bir şöhret arzusu içerisinde olduğunu dile getirmiştir. Türk kadın romancılarından ise Ayşe Kulin’i sevdiğini dile getirmiştir.

   Romanlarında ele aldığı gençlik, sendika, üniversite, gazeteciler, sağ ve sol örgüt ve ideolojiler hakkında gözleme dayalı bilgiler aktarmıştı. Kişilerin birini kayırıp ötekini yere vurmak, Işınsu gibi bir romancının yapabileceği şeylerden değildir. Işınsu eserlerinde kişileri bulundukları hal­de alır, bugünkü durum, konum veya düşüncelerinin, geçmişteki sebeplerini araştırır. Gerçekte komünist, kapitalist, milliyetçi, sendikacı, hür, esir, kaba saba demeden hepsini sevmektedir. Kahramanlarını sevmeyen ve ciddîye almayan bir yazarın iyi romancı olamayacağı, kin ve küçümseme ile hiçbir yere varılamayaca­ğı zaten bilinmektedir.

   Her romanında ayrı üslûplar deneyen, romantik yanı güçlü, duygu ve kırgın­lıkları eserlerine sinmiş, bazı eserlerinde millî ülküyü sanatına da üstün tutan, yurt meseleleri ve canlı politikayı romanlarına cesaretle yansıtan bu yazar, sana­ta susamış genç kitlelerin ilgiyle okudukları, düşünce ve duygu ağırlıklı bir ro­man sanatı sürdürür.

   Işınsu’nun milliyetçiliğine yeniden değinecek olursak, bu fikir dünyasının oluşumunda aile çevresinin etkisi yadsınamaz. O bu duygularla büyüdüğü için kendini her zaman şanslı bilmiştir.
Roman kariyerinde “Türklük” önemli bir unsur olarak ön plana çıkar. Milliyetçi bakış açısını psikolojik bir derinlikle yansıtmaya çalışır;  ancak, politik görüşleri eserlerine fazlasıyla etki ettiği için yapıtların çoğunda iyi ve kötü kutuplaşmış bir şekilde ortaya çıkar. Azap Toprakları Gümülcine’de bir köyde yaşayan Türklerin uğradıkları haksızlıklar ve vatan bildikleri toprakları terk etmek zorunda kalmalarını anlatır, Ak Topraklar Malazgirt zaferine odaklanır. Tutsak romanıyla Kerküklü Türklerin çektikleri acılara eğilen yazar, Çiçekler de Büyür romanında ise Bulgaristan’daki Türklere eğilir. Sancı ve Canbaz romanlarında 1970’li yıllarda yaşanan siyasi tabloyu yine milliyetçi duygularla resmeden Işınsu, bu romanlarıyla çeşitli ödüller alır. Ertuğrul Dursun Özkuzu'nun yaşamının anlatıldığı Sancı romanı da Türkiye Milli Kültür Vakfı ödülüne layık görülür. Cumhuriyet Türküsü adlı romanında Milli Mücadele dönemini işler.

   Türk milletinin âşığıdır. Misak-ı Millî sınırlarında olan veya olmayan bütün Türklere muhabbet besler; ancak, bu hislerin Balkan Türkleri’ne karşı biraz daha yoğun olduğu dikkati çeker.
Işınsu, bazı yazarlarımız Türkler lehine sergiledikleri tutumları ise şöyle eleştirmiştir: “Bana kalırsa eski solcular, Rusya yıkıldıktan sonra başlarını önlerine eğip biraz düşüneceklerine, bütün o hislerini Türk düşmanlığına çevirdiler. Yani, simdi Türk düşmanlığı var, maalesef. Eskiden de vardı ama, o zaman solculuk, komünistlik vs. adına işçilik, emekçilik nutukları atıyorlardı, şimdi o kalmadı; doğrudan doğruya Türk düşmanlığına çevirdiler. Bunu anlayamıyorum; nedir bu düşmanlık? Herhalde bir takım kalıntılar bunlar. Irkçılık yapmak istemiyorum ama, bir kısım kanları bozuklar, kalıntılar şundan burdan onlar bu düşmanlığı körüklüyorlar.’’ 

   Yazılarında bir tek annesinin tesirinde kalmıştır. Özellikle ilk romanı olan Küçük Dünya’da bu tesir açıkça görülmüştür. İkinci romanı Azap Toprakları’nda kendi üslubunu biraz olsun bulmaya başlamıştır. Çok aceleci olduğunun farkındadır. Romanını yazarken onunla içli dışlıdır fakat bitirip basıldığında onunla nerdeyse bir alakası kalmadığını, üçüncü şahıs gibi karşısında durduğunu söylemiştir. Bu yüzden Işınsu, romanları hakkında konuşmayı çok da sevmemiştir.
Romanlarında yaşayan insanlar, bizim insanlarımız bizim çocuklarımızdır. Işınsu, köyden taşradan nereden olursa olsun bulduğu her kişiyi almış, incelemiştir. Kahramanlarını hep sevmiştir ve kahramanlarını sevmeyen bir yazarın iyi bir romancı olmayacağı düşüncesindedir.
Işınsu’nun romanları çabuk ve kolay okunurdur. Her kültür seviyesindeki insanlar onun romanlarını kolaylıkla okuyabilmiştir. Fazla uzatmak istememiştir ve gereksiz tasvirlere de yer vermemiştir. İç diyalogları, geçmişe gidip gelmeleri sıkça kullanmıştır. Konuşma diline ve üslubuna iyice hakim olmadan kahramanlar arasında söyleşmeler yapmaktan olabildiğince kaçınmıştır. Konuşturma başarısı romancıları imrendirecek kadar güzeldir.

Buna şu şekilde örnek verelim:
(Babası) – Evlenmekten mi korkuyorsun?
Mevsim – Ha işte, olası değil mi, evlenmekten korkuyorum belki, garip mi?
-          Benim gibi biri, yani dört defa evlenmiş biri için korkmak garip sayılabilir mi, ne dersin?
-          Yakaladım.
-          Belki sorun budur, senin dört kez evlenmiş olmandır… Dedim.
-          Kim bilir
Her zamanki gibi savunmaya geçmedi, omuzlarını silkti, itiraf etti.
-          Evlenmek bir hadise, zor ve zorlu bir hadise… Mamafih, annen yaşasaydı, annen…
-          Onu da boşardın!
-          Hayır kesinle hayır. Annen başkaydı, çok hoştu, çok yumuşaktı, kadındı, tamdı, bütündü.
-          O tammış, sen de. Ya ben? Ya ben nasıl çıktım aranızdan böyle yarım yamalak böyle eksik püksük?
-          Sen eksik püksük değilsin sadece sanatçısın!
-          Sadece kelimesinde bir küçümseme mi var, yoksa sanatçı da mı?
-          Olmaz olaydım!
-          Meselen evlenmek değil ki…
Der demez ben yüksek sesle hatta bağırarak:
-          Tabii değil, diye cevap verdim. Kim takıyor evlenmeyi ve de Ömer’i. Sorun beni evliliğe iten yani Ömer’in   önerisine evet dedirten, parmağıma şu rezil parlak halkayı taktıran neden… Neden…
Elimi yüzüne doğru uzattım:
-          Bak allasen bak; ben böyle yüzük, pırlantalı yüzük takacak insan mıyım? Şu bacağımdaki kot var ya, bin yıllık, sen Avrupa’dan getirmiştin, şu kazağımı? ( Kaf Dağının Ardında, 1988, s. 6-7)
   Görüldüğü gibi iç diyaloglar ve söyleşmeler sayesinde baba ile kızı iyi tanıyoruz.
Son olarak yazmış olduğu eserler ile devam edelim. Şiirle başlayan edebî faaliyetler, küçük hikâyelerle romanda karar kılmağa doğru yönelirken; “Kadın”, “Hisar” gibi dergilerde fıkra ve hikâyeler yazmıştır. Artan şöhreti, edindiği tecrübeler, onu köşe yazarlığına sürüklemiştir. 1962-63 yıllarında Yeni İstanbul gazetesinin köse yazarıdır ve siyasî konularda yazdığı günlük fıkralar,“Dedikodu” adlı sütunda, “Mehlika” imzasıyla yayınlanmıştır.

   1963-65 yıllarında, “Sabah” gazetesinin irfan Atagün, Ömer Öztürkmen, Ergun Göze gibi belli siyasî çizgideki yazarlardan oluşan yazı kadrosu içinde bulunmuştur. 1,5-2 yıl kadar süren fıkra yazarlığı; gazetenin el değiştirmesi, biraz da siyasî sebeplerden dolayı ne yazık ki sona ermiştir.
Yine T.R.T’nin bir duyurusunu işitir. Bu, radyofonik oyun yarışmasıdır; “Bir Yürek Satıldı” yı yazar ve birinci olmuştur. (1966). Yıllar sonra da o günkü T.R.T. Genel Müdürü Saban Karataş’ın isteği üzerine eseri, televizyona uyarlar. Oyun, filme alınarak; televizyonda oynatılır.

   “Bir Yürek Satıldı'nın ardından, 1967′ de’ “Bir. Milyon iğne”,1969’da “Ne Mutlu Türküm Diyene” adlı oyunlarını ve radyofonik skeçlerden oluşan “Adsız Kahramanlar”ı yazmıştır.
1969’da tamamen belgelere dayanan; Batı Trakya’daki soydaşlarımızın yaşadığı esaret hayatını ve zulmü “Azap Toprakları” adlı romanında anlatır. Bu ikinci romanıyla Türk okuyucusunun dikkati. Dış Türklerle ilgili meselelere çevrilir.

   Azap Toprakları’ndan kısa bir süre sonra eşinden ayrılır; ruhî bir sıkıntı içine düşer. O sıralar Türk Edebiyatı Vakfı, Malazgirt Zaferi’nin dokuz yüzüncü yıldönümü münasebetiyle bir yarışma düzenlemiştir. Ahmet Kabaklı Bey‘in teşvikiyle roman dalında yarışmaya katılmağa karar verir. Uzun bir hazırlıktan sonra Ak Topraklar’ı yazar. Eserde, Dede Korkut üslûbu ve şiirsel bir dil dikkati çeker.
Dergi ve gazete çıkarmakta bir hayli tecrübe sahibi olan yazar  annesi Halide Nusret Zorlutuna ile “Ayşe” isimli bir de kadın dergisi çıkarır. Türk fikir hayatında önemli rolü ve ağırlığı olan “Türk Yurdu” dergisinin kapanmasıyla meydana gelen boşluğu doldurmak ister ve “Ayşe”yi “Töre’ye çevirerek; 1969’dan 1981 yılına kadar kendi yönetiminde neşreder. Haziran 1981’de eşinin işi sebebiyle Suudi Arabistan’a giderken dergiyi Yaşar Eşmekaya’ya devreder. “Töre” dışında, Devlet, Hisar. Yeni Divan, Türk Edebiyatı gibi dergilerde, sanat, edebiyat, iç ve dış siyaset, Türk Milliyetçiliği fikir sistemi ile ilgili tenkit, deneme, mülakat, hikâye, makale, araştırma-inceleme yazılara yayınlanır. Milliyetçi gençler için “okul” durumunda olan “Devlet” dergisinde, gençlerin çok sevdiği “Emine Abla”larıdır.

   1973’te Tutsak'ı yazar ve bir başka esir Türk vatanı olan Kerkük Türkleri’nin çilesine temas eder.
Sancı (1975) için geniş bilgi toplar. Roman’ın baş kişisi Dursun’un memleketi olan Zile’ye gidip; aile fertleriyle, okuldaki ve memleketteki arkadaşlarıyla görüşür; onu da yaşayarak yazar; isim olarak kendisini de katarak; 1970-71 yıllarında, anarşiye, ölümlere varan ideolojik çekişmeleri, önemli mevkilere ulaşmış Türk aydınlarının olaylar karşısındaki çıkarcı tavırlarını sergiler.

   Dış Türkler meselesini işleyen üçüncü romanı “Çiçekler Büyür”Ie (1979) edebiyat tenkitçilerinin dikkatini daha fazla çeker. Çoğu Övücü, önemli sayıda tenkit yazısı, eserin uyandırdığı etkiyi ortaya koyar mahiyettedir.

   Sendika romanı yazma düşüncesinden doğan Canbaz'ı ise, 1982’de yayınlar. “Canbaz” da, yine üzerinde çok konuşulan romanlarındandır.

   Daha ”Canbaz” basılmadan, 6 Haziran 1981’de eşi Prof. Dr. İskender öksüz Bey’in Tahran’daki Petrol ve Maden üniversitesi (U.P.M)’de görev alması sebebiyle Suudi Arabistan’a giderler; 17 Haziran 1987’de de Türkiye’ye geri dönerler. Orada geçen yıllar gerek iklimi, gerekse üniversitedeki muhit bakımından yazarı olumsuz etkiler.

   Kaf Dağının Ardında’yı (1985) iste, bu şartlarda, Arabistan’da yazar. İçinde bulunduğu ruh halini ise şöyle ifade eder: “Ben orada çok kurumuştum, huzursuzdum, mutsuzdum, “air condition” altında yaşıyorduk, hava çok sık değişiyordu, bu benim migrenimi çok etkiliyordu. Halsizdim, bir de “Atlıkarınca”daki cemiyet içindeydim. Bu hal kurulaştırdı beni. O romanı Türkiye’de yazsaydım, çok daha farklı olurdu.”

   1990’da yayınlanan “Atlıkarınca”, aslında T.R.T. adına yazılın bir senaryodur, T.R.T. senaryoyu filme alır, yazara parasını da öder, ancak oynatılmaz. Bu durumdan rahatsızlık duyan Emine Işınsu, biraz da kızgınlıkla senaryoyu romanlaştırır.

   Daha sonra dergilerde de yayınlanmış olan hikâyelerini “Bir Gece Yıldızlarla” (1991) adlı eserinde toplar.

   Yakın arkadaşı Prof. Dr. Umay Günay’ın teşvikiyle. Millî Mücadele heyecanını yansıtmak ister ve “Cumhuriyet Türküsü”nü (1993) kaleme alır.

   1995’te ise; bazı kavramları, ayetlerin ışığında ve “dost”un sözleriyle “Dost Diye Diye”de anlatır.
Biri kız (Elif), ikisi erkek (Yağmur, Murathan) üç çocuk annesi olan yazar, halen Ankara’da yaşamakta ve yazma çalışmalarına devam etmektedir.



*Yayınladığım yazının telif hakkı tarafıma aittir. İzinsiz kullananlara yasal işlem başlatılacaktır.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Emine Isınsu'nun Eserleri

BUKAGI (EMİNE ISINSU) ROMANININ TAHLILI

Dil Göstergesinin Özellikleri