BUKAGI (EMİNE ISINSU) ROMANININ TAHLILI



      IŞINSU’NUN ROMANLARINDA TASAVVUF KONUSU ÜZERİNE İNCELEME

   İnceleyeceğimiz Romanlar

1.      Bukağı
   
   IŞINSU, Emine, Bukağı, Bilge Kültür Sanat Yayınları, 2013


   Roman İncelemesi

1.      Olayın (vakanın) özeti

   Roman, asıl karakter Mehmed’in doğumuyla başlar. Onun doğumu devletin o günkü bekasıyla ilişkilendirelerek anlatılmıştır. Mehmed büyür ve güreşe merak salar. Bu işi kimden öğrenebileceğini düşünürken Koca Derviş adında bir şeyh ile tanışırlar. Onun bir öğrencisi daha vardır. İsmi Kasım olan bu kişi ile öncelikle hiç anlaşamazlar. Birbirlerini sevmemişlerdir. Fakat bir gün Mehmed’in başı derde girer. Ona saldıran bir grup oğlan çocuğu karşısında savunmasız kalan Mehmed’in imdadına Kasım yetişmiştir. Kasım güreş yaptığından da olsa gerek güçlü kuvvetli birisidir. Hemen Mehmed’i kurtarır ve onu evine götürür. İşte yıllar sürecek dostluk bu şekilde başlamıştır. Artık yedikleri içtikleri ayrı gitmez olur. Yıllar sonra her ikisi de olmak istedikleri uğruna, gitmek istedikleri yol uğruna savaşmaya başlarlar. Kasım saraya girmek istiyordur, Mehmed ise şeyh olmak istemiştir. Kasım bunun için Mehmed’den ayrılır ve Edirne’ye doğru bu uğurda yola çıkar. Mehmed ile birbirlerine sık sık mektuplaşma sözü vermişlerdir. Mehmed ise öğrenmek için doğmuştur adeta. Koca Derviş’ten izin alarak şeyh olmak için yollara düşer. Türlü yollardan geçeceğini bilir. Başına geleceklerinin özetini yeterince Koca Derviş’ten dinlemiştir. Fakat pes etmek istemez. Malatya’dan ayrılma zamanı gelmiştir. Ona yardım edecek, bilgiler öğretecek kişiye ulaşmak için uğraşmaya başlar. İlk gideceği yer Diyarbakırdır. Bir kervana katılır, günlerce yürürler. Bu kervan sırasında ülkesi ile ilgili haberleri de öğrenmekten geri kalmaz. Murad Han’ın Bağdat’ı aldığı haberi onu çok mutlu etmiştir. İçinden hemen koşup bunu Derviş Ağasına söylemek gelir fakat bu mümkün değildir. Yola çıkalı çok az zaman geçmiş olsa da Mehmed Derviş Ağasını çok özlemiştir, burnunda tütmüştür. Kervan çok temiz, çok saf insanlarla dolu olduğu için çok sever. Nihayetinde Diyarbakır’a ulaşırlar. Malatya’dan çok büyük ve güzel bir şehirdir. Orada, ilim öğrenmek için Feyzullah Efendi adında bir şeyhin olduğunu bilir. Onun evini bulup kapısını çalar fakat kabul edilmez. İlk gün dener, ikinci gün dener reddedilir. Pes etmez. Üçüncü gün gittiğinde şeyh çeşitli ev işlerini yapması şartı ile onu kabul eder. Birkaç gün faydasını gördüğünü düşünse de sonraları bunun tam tersi bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Kendi rızası ile oradan ayrılır. Mardin’e yine bir kervan yolu ile gider. Orada da bir derviş ile tanışır. Ona bir şurup içirip , kandırıp, tüm parasını soyup, kapının önüne atarlar. Farkına varmamıştır Mehmed. İş işten geçmiştir lakin isyan etmez sadece başına daha kötü bir şey gelmediği için şükür eder. Başka bir yol bulmalıdır kendine. Küçük çocuklara dersler vermeyi düşünür. Tıpkı Koca Derviş gibi olacaktır. Derslere başlar. Aynı zamanda şiirler de yazmaya başlar. Kendine bir mahlas bulur. ‘Niyazi’ mahlası ile şiirlerini yazacaktır. Abdürrezzak Efendi ile tanışır. O, ona ilim öğretmeyi kabul etmiştir. Mehmed’i ve Derviş Ağasını hiç unutmaz, onlara hep mektuplar yazar. Bu sırada tahsilini yükseltmek ve şeyhini aramaktan vazgeçmez. İki ilim birden tahsil etmek ister. Mum yapmayı öğrenir ve satar. Nihayetinde Kasım ile görüşme fırsatı bulmuştur. Kasım evlenmiştir. Mutludur. Kız kardeşi ise evlenmiştir fakat anlaşmazlıklar yüzünden ayrılmak zorunda kalmıştır. Niyazi, Kasım’ın kız kardeşine olan hoşlantısından dolayı bu durumda sessiz kalır. Melekşan onun içine gömdüğü bir sevgidir. Elmalı, Edirne, İstanbul ve Bursa’dan sonra gördüğü rüya neticesinde kendi şeyhini Uşak’ta bulur. Artık istediği kadar ilim öğrenebilecektir. Mısri, sevilen bir şair olmuş, şiirleri dilden dile dolaşmıştır da. Gülsüm adında bir kız ile evlenmiş ve Fatma adında bir kız çocukları bile olmuştur. Mısri artık şeyhtir. Artık tek sorunu dönemin padişahlarına yazdığı iğneleyici şiirler ile başının dertte oluşudur. Ona ceza verilmiştir. Kıyı yolu ile şehirden çıkarılıp Boğaz Hisarı’nda Kaptan Paşa’ya teslim edilir ve ayak bileklerine bukağı takılır. Mısri, tekkesine bir daha uğramaz. Adadaki son bir yılını, İskele Camii minberinin altındaki küçük odada; yemeden içmeden kesilmiş bir halde, en önemli eseri olan Minber Sofraları’nı yazarak ve sadece ibadet ile geçirir.

2.      Kişi Kadrosu

a.      Asıl Kişiler

   Koca Derviş: Bilgili, eğitmeyi seven, hoşgörülü, anlayışlı, sevdikleri insanlara değer veren, dinine bağlı, çevresine saygılı bir derviş. Romanın giriş kısmı Koca Derviş üzerine kurulmuştur.

   Mehmed ( Mısri ): Kararlı, azimli, öğrenme aşkı ile dolu, iyi kalpli, dost canlısı, kendini Allah’a adamış şair. Vaka Mehmed üzerine kurulmuştur.

  Kasım: İdealleri uğruna gitmiştir. İlk başlarda önyargılıdır fakat bu huyu yazar tarafından bastırılmıştır. Azimli, çalışkan, hoşgörülü ve yardımsever özelliklerini görmekteyiz.

   Melekşan: Güzel, alımlı, çekingen, içine kapanık bir karakterdir. Kasım’ın kardeşidir. Mehmed’in gözünde sarışın, mavi gözlü küçük bir kız çocuğudur.

   Gülsüm: Saygılı, çok acılar çekmiş fakat kendini hayata bağlamıştır. Mısri’nin eşidir.

b.      Yardımcı Kişiler

   Fatma: Mehmed ve Gülsüm’ün kızlarıdır. Romanda Fatma hakkında çok fazla bilgi bulunmamakla birlikte eşler kızlarından oldukça memnun ve kızları oldukları için çok mutlu olduklarını belirtmişlerdir.

   Feyzullah Efendi: Mısri’nin Koca Derviş’ten sonra yardım aldığı ilk kişidir. İyiliksever biri olarak karşımıza çıksa da sonraları bu durumun pek de öyle olmadığını gördüğümüzden çift karakterlidir diyebiliriz.

   Mardinli Derviş: Hırsızlık yaparak ve Mısri’yi kandırarak iyi niyetli biri olmadığı gösterilmiştir.

   Abdürezzak Efendi: Yol gösterici, anlayışlı bir şeyh.

   Asıl şeyh: Mısri için değeri tarif bile edilemeyecek, baba yürekli bir adam.

   Kaptan Paşa

c.       Kişiler Arasındaki İlişkiler

   Kasım – Mısri: Romanda ikili ilişkilerde en çok ön plana alınan Kasım ve Mısri’nin yıllar yılı süren dostluğudur. İlk başlarda birbirlerinden pek haz etmemiş olsalar dahi sonraları çok iyi anlaşırlar. Birbirlerine destek olmaktan bir an olsun vazgeçmezler. Ayrı ayrı şehirlerde olsalar dahi sürekli mektuplaşırlar. Mektuplaşamadıkları süre zarfında birbirlerinden hiç kopmazlar, dostluklarını akıllarından çıkarmazlar. Birbirlerini zor durumlarda her zaman savunmuşlardır. Mısrı, Kasım ile olan dostluğundan ve ona olan saygısından dolayı Kasım’ın kardeşi Melekşan’a karşı olan hislerini içine atacak kadar Kasım’a değer vermiştir. Bu değer, bu dostluk hiçbir zaman kopmamıştır.

   Koca Derviş – Kasım: Derviş, Kasım’ı oğlu gibi görür ve ona her daim şefkatli davranır. Karşıklı ilişkileri pozitiftir.

   Koca Derviş – Mısri: Kasım’da olduğu gibi Mısri’yi de oğlu gibi görür. Fakat Mısri onun için biraz daha özeldir. Mısri, yola çıkmadan önce ağasına danışır. Ondan gizli hiçbir şey yapmaz. Ona olan sevgisinin büyüklüğünü yola çıktığında kalbine düşen hasret ile anlar.

   Mısri – Melekşan: Mısri, Melekşan’a ilk gördüğünde aşık olmuştur. Fakat önünde hem Kasım engeli vardır, hem de dini sebeplerden dolayı uzak durur. Romanda başlarında bu ilginin sadece Mısri yönlü olduğu bize gösterilse de ilerleyen kısımlarında aslında Melekşan’ın da aynı duygu içerisinde olduğu kısa bir konuşma ile okuyucuya aktarılmıştır.

   Mısri – Gülsüm: Aralarında hem sevgi vardır hem saygı. Fatma da doğduğunda okuyucu bunu daha fazla hisseder. Mısri, eşine hep destek olur. Onun kişisel hak ve özgürlüklerini hiçbir zaman kısıtlamaz.

3.      Olayın Geçtiği Mekanlar

   Romanda kahramanımız Mısri’nin çeşitli şehirleri gezmiş olduğunu görmekteyiz. Romanın başlangıç mekanı Malatya’dır. Diğer mekanlar ise şunlardır: Edirne, Bursa, İstanbul, Diyarbakır, Uşak, Denizli, Kahire, Bağdat, Elmalı, Boğaz Hisarı…

4.      Zaman

    Romanda olan zaman, 1618 yılının ilkbahar mevsimidir.

5.      Anlatıcının Bakış Açısı

   Anlatıcı, hakim bakış açısıyla romanını yazmıştır. Bunu, anlatıcı olayların içerisinde yer almamasından,  olaylara dışarıdan müdahale etmeden ve geniş bir perspektiften bakmasından, kişilerin zihinlerinden geçenleri, geçmişte yaşadıklarını, en gizli mahrem bilgilerini bile bütün ayrıntısı ile bilmesinden anlıyoruz.

6.      Dil ve Anlatım Özellikleri

a.      Anlatım Türleri

   Romana hakim olan türler öyküleyici ve betimleyici olmakla birlikte açıklayıcı anlatım ve diyaloglarda sık sık kullanılmıştır.

b.      Dil ve Üslup Özellikleri

   Eserde sade üslup kullanılmıştır. Yapmacıksız, süssüz, günlük konuşma dilinin temel alındığı bir üsluptur.

7.      Romanın Konu ve Teması

  Konu: Malatyalı Niyazi Mısri tıpkı Yunus ve Mevlana gibi tasavvuf kültürümüzün temel yapıtaşlarındandır. Bu ermişin kimliği, çevresi ve dünyası anlatılmıştır.

   Tema: Bir ermişin tasavvuf yolunda ilerlemesi ve bu ilerleyişin zorluğu okuyucuya aktarılmıştır.

9.      Tasavvuf

    Roman üzerinde inceleme yapmadan önce tasavvuf ilmi üzerine bilgi vermek istiyorum. Tasavvuf, Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak ve ebedi saadete ermek için nefisleri temizleme, ahlaki tasfiye, iç ve dış tenvir, suret ve sireti tezkiye hallerinden bahseden bir ilimdir. Konusu; tahalluk (ahlaklanma) ve tahakkuktur. Bu tasavvufu yaşamak ve öğrenmek olarak da ifade edilebilir. Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak demek ebedi saadete ermek demektir diyebiliriz. Ahlaki tasfiye saflaşma, durulaşma anlamındadır. Sizin bir dininizin olması ahlakınızın olduğunu göstermez. Tenvir aydınlanma demektir. İnsanın içini ve dışını aydınlatması yani varlık sebebini ortaya koymaktır. Suret dış görünüş, siret insanın içi demektir. Romanın ana kahramanlarından Niyazi Mısri buradaki kavramlar üzerinde durmuştur, bunu göstereceğim.

   Tasavvuf din değildir, dinin yorumudur. Sırtını dine dayar. Bazı mutasavvıflar bunu konusu tahalluktur yani ahlak ile ahlaklanmadır der. Eğer tahalluk olduysan bunu göstermelisin yani tahakkuk ettirmelisin.

   Tasavvuftaki en önemli felsefe ‘yaşa da gör’ felsefesidir. Tasavvuf yaşanılan, yaşanılması gerekilen bir ilimdir. Yaşanılarak anlatılır.

   Tasavvufun amacı, geçici lezzetlerden korunmak, halk ile beraber Hakk’a yönelmektir. Bir diğer amacı Hakk’ın rızasını kazanmak için nefisleri temizlemektir. Nefisleri temizleyerek güzel ahlak sahibi olmaya çalışmak, ahlakı düzenlemektir. Nefisleri dinin hükmü altına sokmaktır. Son olarak tasavvufun amacı, salih amel işlemektir. Romanımızda bu amaçların her birine dair izler görüyoruz.

   Mısrı’nin şeyhi üzerinden anlatmaya devam edelim. Şeyh, Mısri’yi kendi eğitim anlayışından geçirmiş (seyr-ü sıluk) yani onu ‘ideal insan’ yani ‘insan-ı kamil’ olarak değiştirmiştir. Dolayısıyla olgun bir insan haline getirmiştir. Nihayi olarak zaten bu yapı insan-ı kamil olmamızı istiyor. Bu anlamdan bakılırsa tasavvuf her dinin veya her felsefi düşüncenin ideale yöneliş esasını teşkil eder.

   Herkesin üzerine yozlaştığı bir tasavvuf tanımı yoktur. Pek çok mutasavvıf da tasavvufu kendi anlayışlarına göre tanımlar. Kimisi tasavvufun ahlak yönünü, kimisi fenafillah yönünü, kimisi nefis terbiyesinden hareketle tanımlamıştır. Örnek verelim. Cüneyd_i Bağdadi ‘tasavvuf ihtiyarı terk etmektir’ der. Bütün iradeni, kararlarını Allah’ın eline, hükmüne vermek anlamında kullanılmıştır. Rüvey ‘tasavvuf Allah’ın murat ettiğine teveccüh etmek ve onun iradesine teslim olmaktır’ demiştir. Ermeki, tasavvuf kulun her zaman o an içinde işlenmesi en uygun olan amelle meşgul olmasıdır, der. Semnun, tasavvuf ne bir şeye malik olma ne de bir şeyin sana malik olmasıdır, der. Bir şeye sahip olursan o sana malik olmaya başlar ve seni Tanrı’ya ulaşma yolunda engellemeye başlar. ‘Ne kadar az eşya o kadar çok huzur.’ Maruf, tasavvuf hakikatleri almak ve halkın elinde olana ümit bağlamamaktır, der.

   Şimdi romanımıza geçebiliriz. Romanda tasavvuf kokusunu ilk sayfadan itibaren görebiliyoruz.
‘Bu Allah’ın bir gazabı olmalı, dineceğe hiç benzemiyor, acaba içeri mi geçsek, diye sordu. Genç adamın aklından ‘Hayır hayır bu Allah’ın gazabı değil. Bu, onun işi!... Yapar mı yapar!’ diye geçti.’ syf 7

   Tasavvufta çeşitli terimler vardır. Romanda bu terimlerden birkaçı sık sık kullanılmıştır:                 ‘–Ben de bir ziyaret için geldim, tanırsınız belki meşhur mutasavvıf şair Niyazi Mısri Hazretleri Limni’de medfundur. (içini çekti.) Onun mübarek türbelerini ziyaret edeceğim.’  syf 8

‘- Ne münasebet! (Yine o tiksinen gururlu hava) Bizim ailede şeyh, hoca, ulema yoktur efendim!... Onun arkadaşı olan dede de, sarayda katipmiş, hattatmış, işte o kadar!’ syf 9

‘Ona ‘sen bir derviş parçacığısın, ne bilirsin ki ‘Hu hu’ dan gayri! diyen gözlerle bakan genç adam, biraz da sıkılarak izah etti: … ’ syf 11

‘N’apayım, şeyh babamdan ayrılmıyor o, zikir meclislerinde bile hep yanında oturuyor’ syf 26

    Burada Hu, Arapça "O" anlamına gelen ve kullanılan bir ifadedir. Sufi literatürde sıklıkla Allah'ı kastetmek için kullanılır. Ayrıca Ekankar'da Allah'a söylenen sevgi şarkısının adıdır.

    Yazarın kahramanını açıklamak maksadıyla yazdığı şu paragraf ise tasavvuf üzerine oldukça derin bir şekilde düşündürmüştür: ‘- Gerçi kendisi çok öfkeli bir zatmış, Yüce Mevla’nın ‘Celal’ sıfatı ile sıfatlanmış biriymiş, lakin bu kadar öfkenin kıymetini bir Allah bilir heralde… Kendisi de zaten bir şiirinde, ‘herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz’ der, muamma bilmece demek. Ve şöyle ilave eder: ‘Lafz u suret cism ile anlamak isterler bizi/ Biz ne eflazuz ne suret, cümle mana olmuşuz.’ Yani biz sözlerimizle, suretimizle, cismimizle anlamak isterler, ama biz ne sözleriz be de suret, cümle mana olmuşuz, diyor. Evet Niyazi Mısri’yi anlamak da anlatmak da çok zordur efendim.’ syf 12

‘… O, Rabb’ini anarken, olanca gönlünü sesine yüklemek, bağrından gelen ‘Allah Hu’ nidasıyla, yeri göğü inletmek istiyordu…’ syf 41

‘… Cemaat öyle kendiliğinden halkalar tertip edip, ‘Hu’ çekip, Allah Allah deyip, ağır ağır dönmeye başladı. ‘Allah Allah’ sesleri sanki göklere yükseliyor, oradan dönüp gelip, dönenlerin gönlüne aksediyordu…’ syf 249

   Tasavvufta gidilen bir yol vardır. Bu yola girenler Hakk ile beraber Hakk’a yönelirler ev o yolda ideale yöneleceklerine inanırlar. Kitabımızda şöyle anlatılmıştır: ‘Beri tarafta Mehmed okumayı sökmüştü. Bazı bazı koca adam, Mehmed’i kucağına oturtuyor, ona İslamiyet’i ahlaki değerleri anlatıyordu: En önemli kural, ‘doğru yol’ u izlemekti ki, bu ancak bizi yaratanın ‘yap’ dediklerini yapıp ‘yapma’ dediklerini yapmamaktı. Allah’ın en değer verdiği konu ise; insani ilişkiler ve ‘hak’ kavramıydı çünkü; ‘Halka hizmet Hakk’a hizmet’ demekti ve insanları birbirine hakları asla kalmamalıydı, öyle bir günahla yaratanın karşısına çıktıkları vakit, O bunu bağışlamaz; ‘Önce hakkını yediğiniz kişi sizi bağışlasın’ derdi. Yaratan insanları , sevgisinden, sevgiyle yaratmıştı ve her yaratılanı sevmelerini isterdi. Çocuk onu büyük bir dikkatle adeta kelimelerini yutarak dinlerdi. Koca Halil Derviş onu çok akıllı buluyor, ileride bu çocuğun bir ‘hakikat’ alimi olacağını söylüyordu. O, elbette ki babasını takip edecek büyük bir Nakşibendi şeyhi olacaktı!...’ syf 16
   
   Bu konu üzerinde kısa bir kesit daha sunmak istiyorum: ‘- Beni babama müzevirlemene kızmadım, dedi, falakaya çekti, ağlamadım, çünkü Allah’ın istediği hak yerini buldu.’ syf 19’

 
 Mısri, çocuk yaşta Yunus Emre’ye ilgiliydi. Onun yolundan gitmek istiyordu. Tasavvuf ilmi denince akla gelen üç nirengi noktası demiştik. Bunlar: Mısri, Yunus Emre ve Mevlana’ydı. Mısri’nin çocuk yaşta Yunus Emre’nin ağzından şiir okuması bu durumu zaten gözler önüne sermişti: ‘Gözlerini elinin tersi ile kurulayan Halil Derviş, geçen gün okuduğu şiiri düşündü, galiba ‘Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu’ idi… Koca Derviş beş yaşındaki bir çocukta, bu şiir zevkine hayran kaldı. O kadar hayran kaldı ki Sultan Osman için ağlamayı kesti…’ syf 17

   Tasavvuf yardımlaşmadır, hoşgörüdür: ‘… Zaten  o, kime yardım ettiğini söyler mi ki, hep başkalarından duymaz mıyız!’ İçi sevgiyle doldu Koca Derviş’e. ‘Ben de onun gibi olacağım, hem herkese yardım edeceğim, hem de yardımlarımı ona buna söyleyip, övünmeyeceğim!’… syf 29

‘… Bu dünyada her şey karşılıklı olmaz, insan olan bir diğerine karşılıksız yardım eder, tabii gönlü büyük olanlar böyle yapar…’ syf 31

   Niyazi, büyük tasavvuf şairlerimizden Yunus Emre’ye oldukça ilgi duymuş, onun şiirlerini ezberlemiş, onun yolundan gitmeyi daima istemiştir. Düşünüldüğünde romanın sonunda öyle olduğunu fark edebiliriz. Çocukken kalbinden geçen Yunus sevgisi ve onun yolundan gitme isteğini Niyazi romanda şöyle ifade etmiştir: ‘- Sus yüksek sesle konuşma bir işiten olur, bu benim kalp sırrım. Biliyor musun çok çok seneler önce Yunus Emre diye bir derviş şair varmış Koca Derviş bana onun şiirlerini okur bazen, çok hoşuma gider, bu sayede annemin, ablamın söyledikleri bazı ilahileri de onun yazdığını öğrendim. Neyse, ona heves ettim işte… Şair olacağım, bir de güreşçi…’syf 32

‘…Şiirlerinde tıpkı Yunus’un yaptığı gibi, gerçekçi olmalıydı; duyumsamadığı bir şeyi yazmak istemiyor, Yunus kadar samimi olmak istiyordu…’ syf 88

‘… Biliyorum, lakin önce Yunus. O benim çok sevdiğim ustamdır çünkü. Ve Süleyman, Yunus’u ezberlemekle asla yetmez; marifet onun gibi düşünebilmek, onun gibi duyumsamaktır; onun yüreğini, o çok geniş yüreği eline almış gibi olacaksın, onun duygularını, kendi duygun yapacaksın. Yapabilir misin?...’ syf 184

   Rüvey der ki tasavvuf fakra yapışmaktır. Fakr dünyaya ait hiçbir isteği olmayan anlamındadır. Fakra sahip olmak bir salih iççin en önemli özelliktir. Bununla ilgili romanda geçen kesit şu şekilde: ‘… ‘sen bu kadar dünya işiyle uğraşma’ diye beni kınarlar. Yahu dünyası olmayanın ahreti olur muymuş!...Dünyada iyi işler yapıp, iyi düşüneceksin ki ahretini kazanasın! Allah yolunda olunca öz memleketini düşünmeyecek misin abe…’ syf 34

   Tasavvufta hedef, kalbi gafletten uyandırıp Yüce Allah’a bağlayarak ebedi huzuru ele geçirmektir. Bunun en birinci ve en kolay yolu, kalbi devamlı zikirle meşgul etmektir. Zikir, kalbi Yüce Allah’a bağlayan en kısa, en kolay bir yoldur. Brahmanlara göre eğer brahmaya ulaşmak istiyorsanız insanlardan uzaklaşmanız gerekir. Yani inzivaya çekilmek gerekir. Zikir edilmesi gerekilir. Şöyle bahsedilir: ‘Sonra ayaklarının ucuna basa basa, tekkenin zikir yapılan ve meydan edilen salonuna girdiler. Meydan doluydu, sohbet bitmiş, mumların çoğunu söndürmüşlerdi. Hafi zikirdi bu. Herkes kollarını kavuşturmuş, başları kalplerinin üzerine düşmüş, hafiften bir öne bir arkaya sallanarak, içten, en içten Rahman’ın ismini çağırıyorlardı. Elle tutulurcasına somut bir sükunet ve huzur vardı havada. Koca Derviş, ‘Gözlerinizi kapatın, başınızı kalbinize gömün, siz de zikredin’ dedi. Onları arka safta bir yere oturttu, kendisi de yanlarına çöktü. Çocuklar hemen ona itaat etmiş, gözlerini kapamışlardı. Derviş onlara baktı, memnun oldu, o da kollarını kavuşturdu, gözlerini yumdu, bir süre başı göğsüne düştü, ağır ağır sallanıyordu… Artık çocukların yanında olduğunu unutmuştu. O sırada Kasım gözlerini açtı, önce Mehmed’e baktı, o öbürlerini taklit ediyor, sanki o da huşu içinde sallanıyordu… Kasım Koca Derviş’e baktı, o da tıplı öbürleri gibiydi, acaba böyle yapınca zikretmek yerine uykuya mı dalıyorlardı? …’ syf 36

‘…Bilirim sesli zikirden hoşlanırsın sen… Evet senin mizacına uygun belki sesli zikir… Olabilir. Ancak yol, sadece sesli veya sessiz zikirden ibaret değil ki…’ syf 55

   Hazret-i Ali (r.a.) ve Resûlü Ekrem (s.a.)’nın bir sohbetinde şöyle bir cümle geçer:
- Üç haslet vardır ki, bunlara sahip olan, mahrum kalmaz. Edeb ehliyle beraber oturmak, güzel edeb sahibi olmak ve başkasına eziyet etmemek. Tasavvufta edebin önemine vurgu yapılmıştır. Yazar şöyle bahseder: ‘…Sormuş, soruşturmuş, dört beş hat sanatçısının eserlerini tektik etmiş, nihayet Ali Efendi’nin selamlığında asılı olan, ‘Tasavvuf edepten ibarettir’ hattının ustasında karar kılmıştı…’ syf 42

‘..Bir şey bilir ve onu söylerim, yol babanın Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi’nin yoludur. Yol, edeptir abe; yalnız edepli insanlar, yolda yürümeye hak kazanırlar…’syf 55

   Yazarımız tasavvufun vahdeti vücut yönüne değinmeden de geçmemiştir. Vahdeti vücud bir tasavvuf terimidir ve onun felsefesi Allah'tan başka varlık olmadığına, mevcud olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi gözüken ne varsa Allah'ın parçaları olduğuna inanmaktır. Bu inanış tasavvufun amentüsünün ilk şartıdır. ‘…Derviş ağam inşallah dediğin gibi olur fakat benim meselem nedir, biliyor musun; ben Kasım’a dinlediğim bir sohbeti uzun uzun anlattım, bak o bana ne yazmış!... Ben ona İbni Arabi’nin vahdet-i vücud fikrini nasıl sistemleştirdiğinden söz ediyorum, o bana Hüsrev Paşa’dan laf açıyor!... Sanki bana değil sana yazıyor!...’ syf 47

‘… - peki, dedi Mısri, zat tevhidine gelince; Yüce Allah dışından bütün eşyadan ve insanlardan varlığını kaldırıp, Allah’ı çok zikretmek ve fikretmekle mümkün olur. Böylece fikir ve zikir çakmağından doğan ateşin nuru, kalp alemini aydınlatır ve sonuçta bu ateşin nuru Allah’tan başka hiçbir şeyin varlığının bulunmadığını gösterir, işte vahdet-i vücut inancı budur…’ syf 176

‘… - Vahdet-i vücud yani vücud birliği inandığım iman ettiğim hakikat şunu der: İçine on sekiz bin alem barındıran şu koskoca alemde yalnız bir tek Vücud ve O Vücud’un bir tek hakikati vardır; o Yüce Allah’ın vücudu ve hakikatidir. On sekiz bin alemin aslı ve esası O Bir’dir… ‘Ya biz insanlar, çokluk ne oluyor?’ dersen, derim ki; onların hepsi birbirine görünür ve görünmez bağlarla bağlanmış O’nun tecellilerinden ibarettir. Yaratan’ın varlığının sebebi, önü ve dahi sonu yoktur. O’nun eşi ve benzeri yoktur. O hiçbir şeyle mukayese edilemeyen Tek’tir. Ve o Tek’ten başka hiçbir varlık yoktur. ‘Bizim de varlığımız var demek’ (Sesi tekrar yükseldi.) yalnız insanlara mahsus bir mudala zandır… Tek varlık olduğuna dair bir delil olarak da; Allah’ın selamı üzerine olsun Peygamber Efendimiz’in şu sözü gösterilir, demiştir ki: ‘Allah vardır, O’nunla beraber hiçbir şey yoktur ve Hak’tan başka şeyler izafidir, görecelidir.’ O koca şair Yunus Emre’ye göre Tanrı görünen olduğu halde kendisini Hak’tan gayri her şeye gizlemiştir…’ syf 291

   Yunus Emre’nin ilahi aşkla söylediği bir söz vardır: ‘Yaratılanı severim/ Yaradan’dan ötürü.’ Yunus’un sevgisi işte böyledir. Bakılan her şeyde Rabb’i görür. O’nun tüm yarattıklarına sevgiyle yaklaşmak adına kuruludur düşünceleri. Yazarımız romanda bu konuya şu şekilde vurgu yapmıştır: 

‘…- Olabilir, birbirlerinin pek de aynı olanlar, ne hikmetse, sizin gibi güzel geçinemezler. İlgileriniz değişik, abe her ikiniz de kendi alakalarınızı ayrı ayrı sürdürüp, birbirinizi çok sevmeye devam ediyorsunuz. Abe ne güzel şeydir sevmek kızanım, sev her insanı, her şeyi, her yaratılanı, çünkü Allah her şeyi, her insanı sevgisinden yarattı.
-          Her insanı sevemem, çünkü bir sürüsü beni kızdırmakta!
-          Abe ne demiş Yunus, unuttun mu yoksa; ‘Yaratılanı severim/ Yaradan’dan ötürü.’
-          Ah bi Yunus olabilsem, dedi Mehmed. (Bütün hırsını sesine yükleyerek, sonra bu ses düştü kırıldı.) Bir zamanlar, dedi, daha küçükken sarışın, mavi gözlü bir kız çocuğu görmüştüm. Şimdi düşünüyordum da, o kıza tutulmuşum meğer ben. Çünkü onu görür görmez; ‘Ben bu kızı alacağım’ diye geçmişti aklımdan. Şimdi ne zaman şiir düşünsem, aklıma Yunus gibi, Yaratan gelmiyor da, sanki…’ syf 51

   Tasavvufta, Budizm inancına göre hayatın en üstün amacı ruhu fiziki ve nefsi olan her türlü zevk verici şeylerin etkisinden ve tutsaklığından kurtarmaktır. Bunların içerisinde dünya sevgisi, evlilik de yer almaktadır: ‘…- Doğrusunu istersen, her halimle Peygamberimiz’e uymaya çalışıyorum fakat nedendir bilmem, bu yola girince abe kadına, kıza ilgim kayboldu. Evet, o evlenmiş, Müslümanlara da evlenmelerini tavsiye etmiş ama bilemiyorum abe, bu bendeki isteksizlik nedendir?.. Bütün umudum, bir gün bu halimin geçeceği. Belki yolumda daha ilerlersem, daha bir tekamül edersem.. Kim bilir, O Sevgili elbet, bana da bir hanım nasip etmiştir… O’nun nasibi olmadan olmaz, bilirsin…’ syf 54

   Şeyh, yol gösteren arif kişi, mürşid ise, şeyhe bağlı kimse anlamındadır. Şeyh (mürşid), insanları halktan Hakka ulaştırmada bir rehber, bir kılavuzdur. Okulda hoca ne ise, dergâhta mürşit de odur. Hoca, daha çok akla hitap eder. Mürşit ise, ruhla meşgul olur. Mürşidin yüzü nuranî, sözü Rabbanîdir. Mürşid, şeyhine bağlı kalmalı ve onun istediklerin yapmalıdır. Bu yapı tasavvufta en çok eleştirilen yapıdır. Şöyle denilir: ‘Mürid mürşidinin önünde bir gassalın önündeki ölü gibi olmalıdır. Fakat çok eleştirilmiştir. Romandan kesit şu şekildedir: 
‘…Koca Derviş’in gözleri hayretle büyüdü, ağzı bir şey söyleyecekmiş gibi açıldı, sonra kapandı, epey bir konuşmadı; içinde fırtınalar kopuyor; Mehmed’i omuzlarndan yakalayıp sarsmak ‘Sen babanın, benim şeyhimin istediğini nasıl yapmazsın, nasıl onun sözünü yere düşürürsün? Sen ne nankör bir oğulsun, koynumda yılan mı besledim yoksa? demek istiyordu. Kendini sakinleştirmeye çalıştı, gönlünden; ‘Güzel Allah’ım sana sığındım’ dedi…’ syf 55

   Tasavvuf yoluna girmiş kişiler her şeyin Allah tarafından gerçekleştiğini bilir ve buna inanırlar: ‘…- Allah’ın arzusu ve emri olmadan yaprak bile kımıldamaz dedi, emek O böyle istemiş, var git oğlum nasibinin peşinden, uğurlar olsun… Benim dualarım her zaman senin içindir…’ syf 56

‘…Mısri adamlardan birinin ürperip Allah dediğini duydu, yüzünden hafif bir tebessüm geçti, sıcak sıcak baktı ona. Ve devam etti:
-          İşte bir kimse bu makama gelince, Bakara 15’teki ‘Her nereye bakarsanız Allah’ı görürsünüz ayetinin sırrına ermiş olur… Yunus suresinin 25. ayetinde ise, Cenab- Hak ‘Allah kullarını selamet evine çağırır buyurur…’ syf 175

   ‘… - Olmak imkanı bulduğum zaman elbet oluyorum. Bilir misin adamım, bu iş Allah’ın hikmeti ve kudreti icabı böyle olmuştur; iki tarafın arasında bir berzah vardır sanki. Biri, öbür tarafı geçemez. Bu engel iki taraf ehlilerinin vehmidir aslında. Bundan dolayı, biri diğerine karışarak onun özelliğini bozamaz. Bilir misin ayeti, Rahman suresinin on dokuz, yirmide olmalı, şöyle der: ‘Salmıştır iki denizi; buluşup kucaklaşıyorlar, bir ayırıcı var aralarında, kendi sınırlarını aşmıyorlar.’ Evet, böyle der; yani tatlı suyu ve acı denizi salıverdi, bunlar karışıyorlar, yaklaşıyorlar, yüzeyleri birbirine temas ediyor fakat aralarında birbirlerine geçmelerine mani olacak görünmeyen bir engel var…’ syf 231

   ‘… - Onu takip eden ayette de nasıl söyleneceğini gösterir, şöyle: ‘Allah dilerse’ şeklinde söyleyebilirsin. Demek ki yapan eden biz değil, yalnız ve yalnız sevgili O’dur. Önemli olan varlıkta tasarruf edenin yani kendisinde kullanma hakkı bulunanın kim olduğunu bilmektir. Biliniz ve unutmayız ki; bütün fiiller Hakk’ındır…’ syf 289

   Allah korkusu her zaman içlerinde vardır: ‘…Sonraki aylarda, büyük bir Allah korkusu sardı içini… Her zaman korkmuştu Allah’tan ama bu kez başkaydı; son derece rahatsız oluyor çünkü kazara bir şirke bulaşacak diye ödü kopuyordu. Namazlarını O’nun önünde duruyormuş gibi dikkatli kılmaya özen gösteriyordu. Ancak ne kadar özense de yine her namazda bir iki hata yapabiliyor, haydi yeni baştan kılıyordu. Allah, onun için daima kızgın ve cezalandırıcı bir varlıktı korkuyordu. Şeyhi Hüseyin Efendi, müritlerine, gece yattıktan sonra, günü mutlaka gözden geçirmelerini, üzerinde düşünmelerini ve o gün Mevla’nın emirlerini ve yasakladıklarını nasıl uyguladıklarını sorgulamalarını söylemişti…’ syf 61

‘… dedi Mısri, gönlü hiç rahat değildi; acaba beklenilen sabrı tam gösterememiş, erken mi ayrılmıştı oradan? Yoksa onu öfkelendirmiş miydi? Zaman zaman Allah’ı kendisi terk etti gibi hissediyor, çok tedirgin oluyordu. Oysa iyi bilirdi ki; O sevgili asla bir kulunu terk etmez. Fakat gönlü kanıyor, konuşup duruyordu: ‘ O Sevgili bir kuş değil ki, uçup da kaçtı desem, ama yansıması kuştadır. O Sevgili bir çiçek değil ki, soldu desem, ama yansıması çiçektedir. O Sevgili bir insan değil ki sıkıldı bıraktı desem, ama yansıması insandadır.’ Böyle terk edilmiş hissederek içini bir çile doldu Mısri ve her adımda sanki kumlara bata çıka yürümeye çalıştı…’ syf 213

   Türk kültüründe rüya motifinin izleri çok eskilere kadar gider. Çeşitli efsane ve destanlarda rüya motifine sık sık rastlanmaktadır. İslâm toplumunda da Farabî, İbn-i Haldun gibi âlimler rüyalar hakkında çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Yazarımız bu konudan şöyle bahseder: ‘…Sonradan müritler arasında; ‘Hüseyin Efendi bir rüya görmüş, kendisine İstanbul bu rüyada emredilmiş’ diye laflar dolaştı. Bu ne kadar doğru idi, Mehmed bunu çözemedi…’ syf 67

   ‘…Aksi gibi kendisi de pek rüya görmez, kazara görse bile hatırlamazdı. Zaman zaman bu da dert olurdu; ‘Kuzum ben Peygamber Efendimiz’i görmek için ille de ölmeyi mi bekleyeceği, rüyada göremez miyim?’ diye soruyordu mürit arkadaşlarına…’ syf 67

   Tasavvufa göre din beşeri dinler ve ilahi dinler olmak üzere ikiye ayrılır. İlahi dinlerin içerisinde Yahudilik de vardır ve peygamberi Musa’dır. Yahudi mistik öğretici Kabbalizim’dir. Musa şeriatın dışında kendi yakın çevresinden gizli bir takım hakikatleri, ilimleri öğretti. Biz bu gizli ilimlere sahip değiliz. Siz bu bilgileri öğrenmek istiyorsanız Kabbalizim aşamalarından geçmeniz gerekir. İşte bu noktada dinin zahir ve batın yönü ortaya çıkar. Zahir bilinen/ görünendir. Dıştır. Batın ise görünmeyen/bilinmeyendir. İçtir. Yazarımız şöyle bahseder: ‘…Biliyor musun, yalnız ilim değil beim derdim. Aynı zamanda hakikat bilgisi. Bunun için sufileri de tanımak istiyorum, mümkün olduğu kadar çok sufi…(Omuzlarını silkti.) İşte böyle şeyler düşünüyorum.
-          İkisinden de, zahirinden de batınından da vazgeçmek istemiyorsun değil mi?..
-          Hayır, çünkü bu iki ilim birbirini tamamlıyor, barınına mana ilmi, zahirine ne diyelim, eh bir bakıma madde ilmi, bu dünya ile ilgili çünkü; mantık, kelam, tefsir okumak, Arapça öğrenmek istiyorum!...’ syf 71
‘…Madde,mana… zahir, batın! Keşke insanlar da şunların dengesini tutturabilseydi…’  syf 88
‘… - Efendim, Allah izin verirse ilim tahsil etmek istiyorum; fakat zahir ilmiyle batın ilminden hangisini seçeceğimi bilmiyorum, siz ne tavsiye edersiniz?
-          Ben ikisini birden öğrenmeye çalıştım oğlum ve bundan da hiç pişman olmadım. Sana pek kısaca ikisini de anlatayım. Allah’ın izni ile sen karar ver; nasıl su necaseti, pisliği, çeri çöpü temizlerse zahir ilmi, kalbi üzerine çöken cehalet kirlerinden arındırır… Ve de kuyumcu nasıl ateşte altını diğer karışımlardan ayırırsa, batın ilmi, ben gönül ilmi derim, evet gönül ilmi de öylece nefsi, ona yerleşen kötü sıfatlardan temizler. Anladın mı?...’ 289-290
   Ashab-ı Kiram ve büyük İslam alimlerinden şiir ve kaside yazmamış olanı hemen hemen yok gibidir. Hatta Hz. Peygamber(s.a.v.)’in Hassan, Abdullah bin Revaha ve Ka’b bin Malik gibi şairleri vardı. Romanda kahramanımız Mehmed de şiirler yazmıştır:

' Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
Yakanı al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne sandın sen gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu her kim sevdiyse dinini eyledi ağma
Adavet kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman
Ki asla senden ayrılmaz ömür ahir olunca ta
Bu zahir gözünü örtüp bana tut canıla gönlün
Ki her bir sözün içinde duyasın evher-i mana’ syf 84

‘Heva ise yeter gönül gel Allah’a dönelim gel
Siva ise yeter ey dil gel Allah’a dönelim gel
Nice bir sevdim gayri, nice bir olalım gayri
Analım vuslat-ı yari, gel Allah’a dönelim gel
Bize Hak’tan gel olmadan, ecel kusı vurmadan
Canın Azrail almadan, gel Allah’a dönelim gel
Özenmez misin ol yare ki, aldanmışsın ağyare
Seni azdırmış emare, gel Allah’a dönelim gel
Niyazi’ye olup haldaş, olursan yoluna yoldaş
Döküp gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel’ syf 99

‘Ey Kerim Allah ey Gani Sultan
Dertliyiz, senden umarız derman
Lutfuna had yok; insana payan
Dertliyiz senden umarız derman
Gerçi kullarda ma’siyet çoktur
Rahmetin Mevla dahi artuktur
Gayrıdan bize hiç meded yoktur
Dertliyiz senden umarız derman
Gel demez isen biz günahkara
Bir adım kadir mi ki yol vara
Çare yok, senden olmazsa çare
Dertliyiz senden umarız derman
Bu Niyazi üçün zikrine düştü
Dün ü gün gönlü fikrine düştü
Zatına eren şükrüne düştü
Dertliyiz senden umarız derman’ syf 104

‘Gel ey aşk oduna pervane gibi canın atmayan
Gece gündüz işi bülbül gibi zar olmayan gönül
Tükendi ömrün ey gönül heba yerlerde gafletle
Gel ey ömrü tamam olunca bi-dar olmayan gönül
Sudan bir ibret almadın, niçin daim akıp çağlar
Gel ey vahdet denizini talepkar olmayan gönül
Erişti menzile cümle yol ehli, sen donup kaldın
Seni n’idem bu yollarda bana yar olmayan gönül
Kamunun derdine çare sen imişsin bu alemde
Niyazi derdmendün derdine çare olmayan gönül’ syf 134

   Tasavvuf ‘insan-ı kamil’ yani ‘ideal insan’ olmayı gerektirir. Bu anlamdan bakılınca tasavvuf her dinin veya her felsefi düşüncenin ideale yöneliş esasını teşkil eder. ‘… Bu bahçede üç zümre de daima mevcuttur. Bahçedeki ağaçların en faydalısı ‘tevhid’dir.. Biraz daha düşündü Mehmed ve tevhidden daha faydalı başka bir şey bulamadı ‘fakat aynı zamanda kamil insandır, Allah dostudur faydalı olan’ dedi içinden… ‘Sonra’ diye düşündü, ‘ağaçların en zararlısı küfür, şirk ve nifak ağacıdır. Sonra düşmanlık, kibir ve haset ağaçları gelir. Bahçede olanların en faydalısı; ‘emirler’ ve ‘nafileler’ bostanıdır. Orada bulunanların en zararlısı, zaten yasak edilmiş şeylerdir. Bunların panzeri ise tövbedir…’ syf 89

   Tasavvufta tevhid, Allah'ın eşyanın içine girmeyen kudretini, eşya ile bütünleşmeyen sanatını bilmek, her şeyin sebebinin Allah'ın sanatı olduğunu ve O'nun sanatında bir arıza bulunmadığını kavramak, göklerde ve yerde Allah'dan başka müdebbir olmadığını, Allah'ın insanın zihîn ve tasavvuruna gelen şeylerden uzak olduğunu anlamaktır. Romanda tevhid ile ilgili bilgilere yer verilmiştir: 
‘… - İşte bir kimse bu makama gelince, Bakara 15’teki ‘Her nereye bakarsanız Allah’ı görürsünüz.’’ ayetinin sırrına ermiş olur.. Yunus suresinin 25. ayetinde ise, Cenab-ı Hak; ‘Allah kullarını selamet evine çağırır.’ buyrulur, bununla işte O, kullarını filler ve sıfatlar evhidine çağırır.
-          Mısri Derviş üç tevhidin ne anlama geldiğini de anlatır mısın bize?
Mısri öbürlerinin yüzlerine baktı, hepsi başlarını salladılar.
-          Anlatayım dedi, fiiller tevhidi arkadaşlar, kul; namaz, oruç, zekat, hac gibi şeriatça emredilen hususları yerine getirerek; şirk, haram yeme, zina, adam öldürme gibi haram durumlardan sakınarak fiillerin selamet evine girer. Sıfatlar tevhidine gelince; çeşitli ibadet ve zikirlerle, insan kalbinde bulunan kötü duyguların yani kin, aldatma, gıybet, haksızlık, tecavüz, haset, kibir, riya gibi duyguların çıkarılıp, nefs-i emareden nefs-i mutmaine aşamasına gelip, güzel sıfatlarla bezenmesidir…’ syf 175-176
  
   Tasavvufta gölge tezahürü hakimdir. Dünya aslında bir gölgeden ibarettir. Bir yanıltıcı serap gibidir. İnsanlar da gölgeden ibarettir. ‘… Biz!.. İnsanlar ve insan dışında her varlık zannettiğimiz, aslında gölgeden gayri bir şey değildir. O’nun belirtilerini taşıyan, O’nun ruhu ile aydınlanmış gölgeler… O’nun nuru ile diyorum. Çünkü Allah dışında bütün varlık zannettiğimiz şeyler, O’nın sıfatlarının tezahürü, yani belirmesidir, başka bir şey değildir, yani gerçek varlık değillerdir!...’ syf 176

   Tasavvuf yolunda ilerleyen mürşitler bazen kendini açıklamada, düşüncelerini aktarmada ve kendini o çevreye kabul ettirmede güçlük çekerler. Bu durum o yola girenler için kaçınılmazdır. Yapılması gerekilen sabır ile karşılamaktır. Mehmed de böyle yapmıştır: ‘… Kasabanın dinine bağlı, tasavvufa meraklı bir halkı yoktu, dini konuları da hiç merak etmiyorlar, öğrenmek istemiyorlardı. Ayrıca Mısri aleyhine, adeta Mısri’ye işittirecek tarzda ileri geri konuşmaya başlamışlardı, bilhassa ‘Bizim kendi adamlarımız daha iyidir, ne vardı sanki taa Uşaklardan adam getirecek.’, ‘Haydi getirdiler bari bizimkilerden daha bilgili olsaydı.’ diye söyleniyorlardı. Mısri bir süre, ‘Ya Sabır’ çekerek duymazdan geldi onları; fakat vaaz ettiği cami giderek boşalıyor…’ syf 212

‘… Evladım bu sözde şu hakikate işaret ediliyor: Bir kamilin yani bir erenin adı uzaktan işitilir ve onunla bulunmak istenir. Fakat bu kişi, o zatın yakınına geldiği zaman, onu düşmanlarla çevrili bulur, öyle ki her düşmanın elinde, ötekine benzemeyen bir mızrak vardır. Bu mızrakları o ereni görmeye gelenlere atarlar, o kamil hakkında iftira ederler, o kişinin ziyaretini engellemeye kalkarlar. Bu Adem aleyhisselamdan bugüne kadar böyle gelmiştir. Gerçekte kamilin etrafında bulunan bu düşmanlar, yetenekli olmayan kimseleri kemal sahibinin yanına sokmamak için bir anlamda vazifeli bekçilerdir. İşte o eren böylece dertler, sıkıntılar, kötülüklerle çevrilmiş bulunur. Onun yanına ancak manada güçlü olanlar girebilir. Nitekim o kamil de bilgi cennetine ve kendisine uygun ihvanla toplanma zevkine; düşmanlarının verdikleri ıstıraplara, hasetçilerin sebep olduğu üzüntülere sabretmek suretiyle erebilmiştir…’ syf 288

   Tasavvufta 40 sayısı oldukça önemlidir. İlm-i Ledün’de Hz. Musa  Tanrı’dan gizli ilimleri alır ancak herkese söylemez. 40 ila 70 kişiye öğretmiştir. Görünen ile görünmeyenin arasındaki köprüdür bir bakıma sayılar. Hz. Musa’nın Sina Dağına gidişi 40 gün sürer, tıpkı Hz. İsa’nın çölde geçirdiği süre gibi. Nuh’un gemisi de selde 40 gün 40 gece gezinmiştir. ‘… Kırk yaşını geçmişti ve kırk yaş onun manevi hayatında bazı değişiklikler yapmış, bazı semavi sırlar ona açık hal edilmişti…’ syf 215

   Rüvey adlı bir mutasavvıf demiştir ki; tasavvuf Allah’ın murat ettiğine teveccüh etmek ve onun iradesine teslim olmaktır. Allah’ın varlığı üzerinde durulmuştur. Allah’ın varlığını tamamen hissedebilmek için kişi kendinden uzaklaşıp sadece O’na yakınlaşmalıdır. Yazarımız şöyle söylemiş: ‘.. – Epey bir zaman önce, bir akşamüstü, kıbleye karşı oturmuş; ‘Fakirlik tamamlandığı zaman, o Allah’tır’ sözünü içimden tartışıyordum. O an Allah’tan bir ilham geldi ve mana apaçık belirdi. O, bana gösterdi ki; O’ndan başka hiç kimse ve hiçbir şeyin ne açıkta, ne gizlide bir varlığı vardır. Sadece ‘var’ zannedilir. Bir arif için vücutta yoksulluk tamam olmayınca, yani vücudu atmadıkça; pervasız, doğrudan Hakk’ın yüzüne bakması, onu görmesi imkansızdır. Kur’an’da Kıyamet suresi, yirmi iki – üçte, şöyle buyrulur: ‘Yüzler vardır o gün parıltılı, Rabbine doğru bakan.’ İşte onlar, Cenab-ı Hakk’ın yüzünü seyredenlerdir…’ syf 237

   Tasavvufta ihlas, her türlü şirk, batıl inanç ve kötü ahlaktan uzak durmak; kullukta riyadan, beşeri, ilişkilerde menfaat hesaplarından sakınmaktır. İhlas, Allah’a vuslatta sadece Hakk’ı ve Hakk’ın rızasını gözetmek ve araya halkı sokmamaktır. Amellere, davranışlara, duygu ve düşüncelere değer kazandıran ihlas ve ihlasın düzeyidir. Amel ve ibadetlerde ihlas, bedene göre ruh mesabesindedir. Bu dünyada insan, ruh ve beden bir arada olduğunda bir anlam ifade eder. Amel ve ibadetler zahirimizi, ihlas ise batınımızı temsil eder. Zahir ve batını birleştirmek ise en kemalli haldir. İhlassız bir amelin anlamı olmadığı gibi, ihlasın kemal değeri yoktur. Şöyle geçer: 
‘… - Oğlum, dedi, halk ‘ihlas’ı genellikle içtenlik anlamında kullanır; temizlik, saflık anlamında kullanır yanlış değil… çünkü Kur’an’da da saflık, temizlik, katıksızlık, riyanın zıddı olarak geçer. Tasavvufta ise ihlas, Allah’ın rızasını gözetme, sözün öze, özün söze uyması, riyakar ve iki yüzlü olmamak anlamını taşır. Ne demiş Hazreti Mevlana, ‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.’ Burada en önemli nokta, yaptığımız her işi Allah’ın rızasını kazanabilmek için yapıyor olmamızdır, eğer bunu içtenlikle becerebilirsek, zaten göründüğümüz gibi olur, olduğumuz gibi görünürüz. Bilir misiniz O, cenneti verirken, yapılmış iş ve hareketlerin, tutum ve davranışların ihlaslı olmasına bakar…’ 267-268

   Tasavvufta seyr ü süluk kavramına değinelim. Mistik hareketlerin belli bir düzen içerisinde yapılması, belli bir terbiye içinde olması demektir. Uzun ve meşakatli bir yol olan mistik yolun belli çerçevede olması anlamını taşır. Mistik hareketler, belli bir terbiyeyi belli bir eğitimle vererek, insanı arzulanan noktaya ulaştırır. Bu yolculuk mistik hareketlerin esaslarına göre çok uzun ve meşakatli bir yol olabileceği gibi çok kısa ve daha kolay usullerle de olabilir. Söz konusu yolculuğun başarılı olmasında çile çeken talip kadar terbiyesini üstlenen üstadın kabiliyeti de önemlidir. Çileli ve uzun yolculuk Hermeteizm’in bariz özelliklerindendir. Şöyle der: ‘… Evet süluk; bir manevi yola girmek demektir, yani Allah’a ulaşmak için, ahlakını, nefsini temizleme yolu. Manevi yola, gönül yolu da diyebiliriz. İşte salik, bu kalbi yola düşen kimseye denir. Salikin yaptığına seyr ü süluk de denir. Süluk; parça ruhun, bütüne ulaşmasıdır da denilebilir. Söyle bakalım ruh nedir, bütün nedir??
-          Sanırım şeyhim, şey… Burada bütün Allah oluyor o halde parça ruh da insan…

-          Tamam, anlamışsın, arada sıra tekkeye de uğrasana sen Arif. Şunu da hiç unutma ki aslında şu evrende aklına gelen her varlık, bir şekilde seyr-ü süluk yapmaktadır. Kendi çapında kemale yani olgunluğa doğru hareket halindedir…’ syf 268

‘… - Abdullah İbn Mesud’un şöyle söylediği rivayet edilmiştir, dedi. (Yine kendisini dinleyen kalabalığın yüzlerine bakarak) ‘Resulullah kuma bir çizgi çizdi ve bize, ‘Bu Allah’ın yoludur’, dedi, sonra sağına soluna birtakım eğri büğrü çizgiler çizdi ve dedi ki; ‘Bunlar da yollardır fakat bu yolların her birinde bir şeytan oturmuş, insan çağırır’ ve okudu: ‘İşte benim doğru yolum budur, buna tabi olun. Muhakkak sizin davranışlarınız, tutumlarınız çeşitlidir. Kiminiz ilimle hareket eder ve cennete gider. Kiminiz cehalet ve nefis arzularıyla karanlığa koşar da cehenneme gider…’ syf 300

   Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanında tasavvufa dair karşımıza çıkanlar bu şekildedir. Malatyalı Niyazi Mısri’yi bu kitabı okuduktan sonra Eski Yunan’da bir mistik hareketin kurucusu olan Pisagor isimli kişiye de benzetmeden geçemeyeceğm. Pitagoros, Mısır mabedlerinde 22 sene eğitim görüyor. ‘İnsan vücudu ve ruhu bu alemin küçük bir örneğidir’ demiştir. Bu alem dediğimiz yapı aslında fitne ve fesattan oluşmaktadır. Cemiyette huzur ve refah temin edildiği taktirde Allah insanların kalbine ve vicdanına iner. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için önce Yunan’a sonra İtalya’ya gider. Orada bir okul açar. Öğrencileri olur. Bu kişi tıpkı Mısri gibi üç aşamadan geçtikten sonra tasavvuf ehline ulaşır. Birinci aşama, hazırlıktır. İkinci aşama, tasfiyedir; nasıl öğretilir, batın ilimler nelerdir öğrenir. Üçüncü aşama, şekil ve suret ilimlerinin dışına çıkar ve pişer. Mısri de çeşitli ve zorlu yollardan geçerek tasavvuf ilminin mertebelerini aşmıştır. Tıpkı Hz. Mevlanın ‘Hamdım, piştim, yandım.’ sözü gibi Niyazi de hamdı, pişti ve yandı…




*Yazmış olduğum yazı tarafıma aittir. İzinsiz kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Emine Isınsu'nun Eserleri

Dil Göstergesinin Özellikleri

Dil Bilim ve Dil Bilgisi