BUKAGI (EMİNE ISINSU) ROMANININ TAHLILI
IŞINSU’NUN ROMANLARINDA TASAVVUF KONUSU ÜZERİNE İNCELEME
İnceleyeceğimiz Romanlar
1. Bukağı
Roman
İncelemesi
1.
Olayın
(vakanın) özeti
Roman, asıl karakter
Mehmed’in doğumuyla başlar. Onun doğumu devletin o günkü bekasıyla ilişkilendirelerek
anlatılmıştır. Mehmed büyür ve güreşe merak salar. Bu işi kimden
öğrenebileceğini düşünürken Koca Derviş adında bir şeyh ile tanışırlar. Onun
bir öğrencisi daha vardır. İsmi Kasım olan bu kişi ile öncelikle hiç
anlaşamazlar. Birbirlerini sevmemişlerdir. Fakat bir gün Mehmed’in başı derde
girer. Ona saldıran bir grup oğlan çocuğu karşısında savunmasız kalan Mehmed’in
imdadına Kasım yetişmiştir. Kasım güreş yaptığından da olsa gerek güçlü
kuvvetli birisidir. Hemen Mehmed’i kurtarır ve onu evine götürür. İşte yıllar
sürecek dostluk bu şekilde başlamıştır. Artık yedikleri içtikleri ayrı gitmez
olur. Yıllar sonra her ikisi de olmak istedikleri uğruna, gitmek istedikleri
yol uğruna savaşmaya başlarlar. Kasım saraya girmek istiyordur, Mehmed ise şeyh
olmak istemiştir. Kasım bunun için Mehmed’den ayrılır ve Edirne’ye doğru bu
uğurda yola çıkar. Mehmed ile birbirlerine sık sık mektuplaşma sözü
vermişlerdir. Mehmed ise öğrenmek için doğmuştur adeta. Koca Derviş’ten izin
alarak şeyh olmak için yollara düşer. Türlü yollardan geçeceğini bilir. Başına
geleceklerinin özetini yeterince Koca Derviş’ten dinlemiştir. Fakat pes etmek
istemez. Malatya’dan ayrılma zamanı gelmiştir. Ona yardım edecek, bilgiler
öğretecek kişiye ulaşmak için uğraşmaya başlar. İlk gideceği yer Diyarbakırdır.
Bir kervana katılır, günlerce yürürler. Bu kervan sırasında ülkesi ile ilgili
haberleri de öğrenmekten geri kalmaz. Murad Han’ın Bağdat’ı aldığı haberi onu
çok mutlu etmiştir. İçinden hemen koşup bunu Derviş Ağasına söylemek gelir
fakat bu mümkün değildir. Yola çıkalı çok az zaman geçmiş olsa da Mehmed Derviş
Ağasını çok özlemiştir, burnunda tütmüştür. Kervan çok temiz, çok saf
insanlarla dolu olduğu için çok sever. Nihayetinde Diyarbakır’a ulaşırlar.
Malatya’dan çok büyük ve güzel bir şehirdir. Orada, ilim öğrenmek için
Feyzullah Efendi adında bir şeyhin olduğunu bilir. Onun evini bulup kapısını
çalar fakat kabul edilmez. İlk gün dener, ikinci gün dener reddedilir. Pes
etmez. Üçüncü gün gittiğinde şeyh çeşitli ev işlerini yapması şartı ile onu
kabul eder. Birkaç gün faydasını gördüğünü düşünse de sonraları bunun tam tersi
bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Kendi rızası ile oradan ayrılır. Mardin’e
yine bir kervan yolu ile gider. Orada da bir derviş ile tanışır. Ona bir şurup
içirip , kandırıp, tüm parasını soyup, kapının önüne atarlar. Farkına
varmamıştır Mehmed. İş işten geçmiştir lakin isyan etmez sadece başına daha
kötü bir şey gelmediği için şükür eder. Başka bir yol bulmalıdır kendine. Küçük
çocuklara dersler vermeyi düşünür. Tıpkı Koca Derviş gibi olacaktır. Derslere
başlar. Aynı zamanda şiirler de yazmaya başlar. Kendine bir mahlas bulur.
‘Niyazi’ mahlası ile şiirlerini yazacaktır. Abdürrezzak Efendi ile tanışır. O,
ona ilim öğretmeyi kabul etmiştir. Mehmed’i ve Derviş Ağasını hiç unutmaz,
onlara hep mektuplar yazar. Bu sırada tahsilini yükseltmek ve şeyhini aramaktan
vazgeçmez. İki ilim birden tahsil etmek ister. Mum yapmayı öğrenir ve satar.
Nihayetinde Kasım ile görüşme fırsatı bulmuştur. Kasım evlenmiştir. Mutludur.
Kız kardeşi ise evlenmiştir fakat anlaşmazlıklar yüzünden ayrılmak zorunda
kalmıştır. Niyazi, Kasım’ın kız kardeşine olan hoşlantısından dolayı bu durumda
sessiz kalır. Melekşan onun içine gömdüğü bir sevgidir. Elmalı, Edirne,
İstanbul ve Bursa’dan sonra gördüğü rüya neticesinde kendi şeyhini Uşak’ta
bulur. Artık istediği kadar ilim öğrenebilecektir. Mısri, sevilen bir şair
olmuş, şiirleri dilden dile dolaşmıştır da. Gülsüm adında bir kız ile evlenmiş
ve Fatma adında bir kız çocukları bile olmuştur. Mısri artık şeyhtir. Artık tek
sorunu dönemin padişahlarına yazdığı iğneleyici şiirler ile başının dertte
oluşudur. Ona ceza verilmiştir. Kıyı yolu ile şehirden çıkarılıp Boğaz
Hisarı’nda Kaptan Paşa’ya teslim edilir ve ayak bileklerine bukağı takılır. Mısri,
tekkesine bir daha uğramaz. Adadaki son bir yılını, İskele Camii minberinin
altındaki küçük odada; yemeden içmeden kesilmiş bir halde, en önemli eseri olan
Minber Sofraları’nı yazarak ve sadece ibadet ile geçirir.
2.
Kişi
Kadrosu
a.
Asıl
Kişiler
Koca
Derviş: Bilgili, eğitmeyi seven, hoşgörülü, anlayışlı,
sevdikleri insanlara değer veren, dinine bağlı, çevresine saygılı bir derviş.
Romanın giriş kısmı Koca Derviş üzerine kurulmuştur.
Mehmed
( Mısri ): Kararlı, azimli, öğrenme aşkı ile dolu,
iyi kalpli, dost canlısı, kendini Allah’a adamış şair. Vaka Mehmed üzerine
kurulmuştur.
Kasım:
İdealleri
uğruna gitmiştir. İlk başlarda
önyargılıdır fakat bu huyu yazar tarafından bastırılmıştır. Azimli, çalışkan,
hoşgörülü ve yardımsever özelliklerini görmekteyiz.
Melekşan:
Güzel,
alımlı, çekingen, içine kapanık bir karakterdir. Kasım’ın kardeşidir. Mehmed’in
gözünde sarışın, mavi gözlü küçük bir kız çocuğudur.
Gülsüm:
Saygılı,
çok acılar çekmiş fakat kendini hayata bağlamıştır. Mısri’nin eşidir.
b.
Yardımcı
Kişiler
Fatma:
Mehmed
ve Gülsüm’ün kızlarıdır. Romanda Fatma hakkında çok fazla bilgi bulunmamakla
birlikte eşler kızlarından oldukça memnun ve kızları oldukları için çok mutlu
olduklarını belirtmişlerdir.
Feyzullah
Efendi: Mısri’nin Koca Derviş’ten sonra yardım aldığı ilk
kişidir. İyiliksever biri olarak karşımıza çıksa da sonraları bu durumun pek de
öyle olmadığını gördüğümüzden çift karakterlidir diyebiliriz.
Mardinli
Derviş: Hırsızlık yaparak ve Mısri’yi kandırarak iyi niyetli
biri olmadığı gösterilmiştir.
Abdürezzak
Efendi: Yol gösterici, anlayışlı bir şeyh.
Asıl
şeyh: Mısri için değeri tarif bile edilemeyecek, baba
yürekli bir adam.
Kaptan
Paşa
c.
Kişiler
Arasındaki İlişkiler
Kasım – Mısri: Romanda
ikili ilişkilerde en çok ön plana alınan Kasım ve Mısri’nin yıllar yılı süren
dostluğudur. İlk başlarda birbirlerinden pek haz etmemiş olsalar dahi sonraları
çok iyi anlaşırlar. Birbirlerine destek olmaktan bir an olsun vazgeçmezler.
Ayrı ayrı şehirlerde olsalar dahi sürekli mektuplaşırlar. Mektuplaşamadıkları
süre zarfında birbirlerinden hiç kopmazlar, dostluklarını akıllarından
çıkarmazlar. Birbirlerini zor durumlarda her zaman savunmuşlardır. Mısrı, Kasım
ile olan dostluğundan ve ona olan saygısından dolayı Kasım’ın kardeşi
Melekşan’a karşı olan hislerini içine atacak kadar Kasım’a değer vermiştir. Bu
değer, bu dostluk hiçbir zaman kopmamıştır.
Koca Derviş – Kasım:
Derviş, Kasım’ı oğlu gibi görür ve ona her daim şefkatli davranır. Karşıklı
ilişkileri pozitiftir.
Koca Derviş – Mısri:
Kasım’da olduğu gibi Mısri’yi de oğlu gibi görür. Fakat Mısri onun için biraz
daha özeldir. Mısri, yola çıkmadan önce ağasına danışır. Ondan gizli hiçbir şey
yapmaz. Ona olan sevgisinin büyüklüğünü yola çıktığında kalbine düşen hasret
ile anlar.
Mısri – Melekşan:
Mısri, Melekşan’a ilk gördüğünde aşık olmuştur. Fakat önünde hem Kasım engeli
vardır, hem de dini sebeplerden dolayı uzak durur. Romanda başlarında bu
ilginin sadece Mısri yönlü olduğu bize gösterilse de ilerleyen kısımlarında
aslında Melekşan’ın da aynı duygu içerisinde olduğu kısa bir konuşma ile
okuyucuya aktarılmıştır.
Mısri – Gülsüm:
Aralarında hem sevgi vardır hem saygı. Fatma da doğduğunda okuyucu bunu daha
fazla hisseder. Mısri, eşine hep destek olur. Onun kişisel hak ve
özgürlüklerini hiçbir zaman kısıtlamaz.
3.
Olayın
Geçtiği Mekanlar
Romanda kahramanımız
Mısri’nin çeşitli şehirleri gezmiş olduğunu görmekteyiz. Romanın başlangıç
mekanı Malatya’dır. Diğer mekanlar ise şunlardır: Edirne, Bursa, İstanbul,
Diyarbakır, Uşak, Denizli, Kahire, Bağdat, Elmalı, Boğaz Hisarı…
4.
Zaman
Romanda olan zaman,
1618 yılının ilkbahar mevsimidir.
5.
Anlatıcının
Bakış Açısı
Anlatıcı, hakim bakış
açısıyla romanını yazmıştır. Bunu, anlatıcı olayların içerisinde yer
almamasından, olaylara dışarıdan
müdahale etmeden ve geniş bir perspektiften bakmasından, kişilerin
zihinlerinden geçenleri, geçmişte yaşadıklarını, en gizli mahrem bilgilerini
bile bütün ayrıntısı ile bilmesinden anlıyoruz.
6.
Dil
ve Anlatım Özellikleri
a.
Anlatım
Türleri
Romana hakim olan
türler öyküleyici ve betimleyici olmakla birlikte açıklayıcı anlatım ve
diyaloglarda sık sık kullanılmıştır.
b.
Dil
ve Üslup Özellikleri
Eserde sade üslup
kullanılmıştır. Yapmacıksız, süssüz, günlük konuşma dilinin temel alındığı bir
üsluptur.
7.
Romanın
Konu ve Teması
Konu: Malatyalı Niyazi
Mısri tıpkı Yunus ve Mevlana gibi tasavvuf kültürümüzün temel
yapıtaşlarındandır. Bu ermişin kimliği, çevresi ve dünyası anlatılmıştır.
Tema: Bir ermişin
tasavvuf yolunda ilerlemesi ve bu ilerleyişin zorluğu okuyucuya aktarılmıştır.
9.
Tasavvuf
Roman üzerinde inceleme
yapmadan önce tasavvuf ilmi üzerine bilgi vermek istiyorum. Tasavvuf, Hakk’ın
hoşnutluğunu kazanmak ve ebedi saadete ermek için nefisleri temizleme, ahlaki
tasfiye, iç ve dış tenvir, suret ve sireti tezkiye hallerinden bahseden bir ilimdir.
Konusu; tahalluk (ahlaklanma) ve tahakkuktur. Bu tasavvufu yaşamak ve öğrenmek
olarak da ifade edilebilir. Hakk’ın hoşnutluğunu kazanmak demek ebedi saadete
ermek demektir diyebiliriz. Ahlaki tasfiye saflaşma, durulaşma anlamındadır.
Sizin bir dininizin olması ahlakınızın olduğunu göstermez. Tenvir aydınlanma
demektir. İnsanın içini ve dışını aydınlatması yani varlık sebebini ortaya
koymaktır. Suret dış görünüş, siret insanın içi demektir. Romanın ana
kahramanlarından Niyazi Mısri buradaki kavramlar üzerinde durmuştur, bunu
göstereceğim.
Tasavvuf din değildir,
dinin yorumudur. Sırtını dine dayar. Bazı mutasavvıflar bunu konusu tahalluktur
yani ahlak ile ahlaklanmadır der. Eğer tahalluk olduysan bunu göstermelisin
yani tahakkuk ettirmelisin.
Tasavvuftaki en önemli
felsefe ‘yaşa da gör’ felsefesidir. Tasavvuf yaşanılan, yaşanılması gerekilen
bir ilimdir. Yaşanılarak anlatılır.
Tasavvufun amacı,
geçici lezzetlerden korunmak, halk ile beraber Hakk’a yönelmektir. Bir diğer
amacı Hakk’ın rızasını kazanmak için nefisleri temizlemektir. Nefisleri
temizleyerek güzel ahlak sahibi olmaya çalışmak, ahlakı düzenlemektir.
Nefisleri dinin hükmü altına sokmaktır. Son olarak tasavvufun amacı, salih amel
işlemektir. Romanımızda bu amaçların her birine dair izler görüyoruz.
Mısrı’nin şeyhi
üzerinden anlatmaya devam edelim. Şeyh, Mısri’yi kendi eğitim anlayışından
geçirmiş (seyr-ü sıluk) yani onu ‘ideal insan’ yani ‘insan-ı kamil’ olarak
değiştirmiştir. Dolayısıyla olgun bir insan haline getirmiştir. Nihayi olarak
zaten bu yapı insan-ı kamil olmamızı istiyor. Bu anlamdan bakılırsa tasavvuf
her dinin veya her felsefi düşüncenin ideale yöneliş esasını teşkil eder.
Herkesin üzerine
yozlaştığı bir tasavvuf tanımı yoktur. Pek çok mutasavvıf da tasavvufu kendi
anlayışlarına göre tanımlar. Kimisi tasavvufun ahlak yönünü, kimisi fenafillah
yönünü, kimisi nefis terbiyesinden hareketle tanımlamıştır. Örnek verelim.
Cüneyd_i Bağdadi ‘tasavvuf ihtiyarı terk etmektir’ der. Bütün iradeni,
kararlarını Allah’ın eline, hükmüne vermek anlamında kullanılmıştır. Rüvey
‘tasavvuf Allah’ın murat ettiğine teveccüh etmek ve onun iradesine teslim
olmaktır’ demiştir. Ermeki, tasavvuf kulun her zaman o an içinde işlenmesi en
uygun olan amelle meşgul olmasıdır, der. Semnun, tasavvuf ne bir şeye malik olma
ne de bir şeyin sana malik olmasıdır, der. Bir şeye sahip olursan o sana malik
olmaya başlar ve seni Tanrı’ya ulaşma yolunda engellemeye başlar. ‘Ne kadar az
eşya o kadar çok huzur.’ Maruf, tasavvuf hakikatleri almak ve halkın elinde
olana ümit bağlamamaktır, der.
Şimdi romanımıza
geçebiliriz. Romanda tasavvuf kokusunu ilk sayfadan itibaren görebiliyoruz.
‘Bu
Allah’ın bir gazabı olmalı, dineceğe hiç benzemiyor, acaba içeri mi geçsek,
diye sordu. Genç adamın aklından ‘Hayır hayır bu Allah’ın gazabı değil. Bu,
onun işi!... Yapar mı yapar!’ diye geçti.’ syf 7
Tasavvufta çeşitli terimler vardır. Romanda bu terimlerden
birkaçı sık sık kullanılmıştır: ‘–Ben de bir ziyaret için geldim, tanırsınız
belki meşhur mutasavvıf şair Niyazi Mısri Hazretleri Limni’de medfundur.
(içini çekti.) Onun mübarek türbelerini ziyaret edeceğim.’ syf 8
‘-
Ne münasebet! (Yine o tiksinen gururlu hava) Bizim ailede şeyh, hoca, ulema
yoktur efendim!... Onun arkadaşı olan dede de, sarayda katipmiş, hattatmış,
işte o kadar!’ syf 9
‘Ona
‘sen bir derviş parçacığısın, ne bilirsin ki ‘Hu hu’ dan gayri! diyen
gözlerle bakan genç adam, biraz da sıkılarak izah etti: … ’ syf 11
‘N’apayım,
şeyh babamdan ayrılmıyor o, zikir meclislerinde bile hep yanında oturuyor’ syf
26
Burada Hu, Arapça "O" anlamına gelen ve
kullanılan bir ifadedir. Sufi literatürde sıklıkla Allah'ı kastetmek için
kullanılır. Ayrıca Ekankar'da Allah'a söylenen sevgi şarkısının adıdır.
Yazarın kahramanını
açıklamak maksadıyla yazdığı şu paragraf ise tasavvuf üzerine oldukça derin bir
şekilde düşündürmüştür: ‘- Gerçi kendisi
çok öfkeli bir zatmış, Yüce Mevla’nın ‘Celal’ sıfatı ile sıfatlanmış biriymiş,
lakin bu kadar öfkenin kıymetini bir Allah bilir heralde… Kendisi de zaten bir
şiirinde, ‘herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz’ der, muamma bilmece
demek. Ve şöyle ilave eder: ‘Lafz u suret cism ile anlamak isterler bizi/ Biz
ne eflazuz ne suret, cümle mana olmuşuz.’ Yani biz sözlerimizle, suretimizle,
cismimizle anlamak isterler, ama biz ne sözleriz be de suret, cümle mana olmuşuz,
diyor. Evet Niyazi Mısri’yi anlamak da anlatmak da çok zordur efendim.’ syf 12
‘…
O, Rabb’ini anarken, olanca gönlünü sesine yüklemek, bağrından gelen ‘Allah Hu’
nidasıyla, yeri göğü inletmek istiyordu…’ syf 41
‘…
Cemaat öyle kendiliğinden halkalar tertip edip, ‘Hu’ çekip, Allah Allah deyip,
ağır ağır dönmeye başladı. ‘Allah Allah’ sesleri sanki göklere yükseliyor,
oradan dönüp gelip, dönenlerin gönlüne aksediyordu…’ syf 249
Tasavvufta gidilen bir
yol vardır. Bu yola girenler Hakk
ile beraber Hakk’a yönelirler ev o yolda ideale yöneleceklerine inanırlar.
Kitabımızda şöyle anlatılmıştır: ‘Beri
tarafta Mehmed okumayı sökmüştü. Bazı bazı koca adam, Mehmed’i kucağına
oturtuyor, ona İslamiyet’i ahlaki değerleri anlatıyordu: En önemli kural,
‘doğru yol’ u izlemekti ki, bu ancak bizi yaratanın ‘yap’ dediklerini yapıp
‘yapma’ dediklerini yapmamaktı. Allah’ın en değer verdiği konu ise; insani
ilişkiler ve ‘hak’ kavramıydı çünkü; ‘Halka hizmet Hakk’a hizmet’ demekti ve
insanları birbirine hakları asla kalmamalıydı, öyle bir günahla yaratanın
karşısına çıktıkları vakit, O bunu bağışlamaz; ‘Önce hakkını yediğiniz kişi
sizi bağışlasın’ derdi. Yaratan insanları , sevgisinden, sevgiyle yaratmıştı ve
her yaratılanı sevmelerini isterdi. Çocuk onu büyük bir dikkatle adeta
kelimelerini yutarak dinlerdi. Koca Halil Derviş onu çok akıllı buluyor,
ileride bu çocuğun bir ‘hakikat’ alimi olacağını söylüyordu. O, elbette ki
babasını takip edecek büyük bir Nakşibendi şeyhi olacaktı!...’ syf 16
Bu konu üzerinde kısa
bir kesit daha sunmak istiyorum: ‘- Beni
babama müzevirlemene kızmadım, dedi, falakaya çekti, ağlamadım, çünkü Allah’ın
istediği hak yerini buldu.’ syf 19’
Mısri, çocuk yaşta Yunus Emre’ye ilgiliydi. Onun yolundan gitmek istiyordu. Tasavvuf ilmi denince akla gelen üç nirengi noktası demiştik. Bunlar: Mısri, Yunus Emre ve Mevlana’ydı. Mısri’nin çocuk yaşta Yunus Emre’nin ağzından şiir okuması bu durumu zaten gözler önüne sermişti: ‘Gözlerini elinin tersi ile kurulayan Halil Derviş, geçen gün okuduğu şiiri düşündü, galiba ‘Şol cennetin ırmakları akar Allah deyu deyu’ idi… Koca Derviş beş yaşındaki bir çocukta, bu şiir zevkine hayran kaldı. O kadar hayran kaldı ki Sultan Osman için ağlamayı kesti…’ syf 17
Tasavvuf yardımlaşmadır, hoşgörüdür: ‘… Zaten
o, kime yardım ettiğini söyler mi ki, hep başkalarından duymaz mıyız!’
İçi sevgiyle doldu Koca Derviş’e. ‘Ben de onun gibi olacağım, hem herkese
yardım edeceğim, hem de yardımlarımı ona buna söyleyip, övünmeyeceğim!’… syf 29
‘…
Bu dünyada her şey karşılıklı olmaz, insan olan bir diğerine karşılıksız yardım
eder, tabii gönlü büyük olanlar böyle yapar…’ syf 31
Niyazi, büyük tasavvuf
şairlerimizden Yunus Emre’ye oldukça
ilgi duymuş, onun şiirlerini ezberlemiş, onun yolundan gitmeyi daima
istemiştir. Düşünüldüğünde romanın sonunda öyle olduğunu fark edebiliriz.
Çocukken kalbinden geçen Yunus sevgisi ve onun yolundan gitme isteğini Niyazi
romanda şöyle ifade etmiştir: ‘- Sus
yüksek sesle konuşma bir işiten olur, bu benim kalp sırrım. Biliyor musun çok
çok seneler önce Yunus Emre diye bir derviş şair varmış Koca Derviş bana onun
şiirlerini okur bazen, çok hoşuma gider, bu sayede annemin, ablamın
söyledikleri bazı ilahileri de onun yazdığını öğrendim. Neyse, ona heves ettim
işte… Şair olacağım, bir de güreşçi…’syf 32
‘…Şiirlerinde
tıpkı Yunus’un yaptığı gibi, gerçekçi olmalıydı; duyumsamadığı bir şeyi yazmak
istemiyor, Yunus kadar samimi olmak istiyordu…’ syf 88
‘…
Biliyorum, lakin önce Yunus. O benim çok sevdiğim ustamdır çünkü. Ve Süleyman,
Yunus’u ezberlemekle asla yetmez; marifet onun gibi düşünebilmek, onun gibi
duyumsamaktır; onun yüreğini, o çok geniş yüreği eline almış gibi olacaksın,
onun duygularını, kendi duygun yapacaksın. Yapabilir misin?...’ syf 184
Rüvey der ki tasavvuf fakra yapışmaktır. Fakr dünyaya ait hiçbir
isteği olmayan anlamındadır. Fakra sahip olmak bir salih iççin en önemli
özelliktir. Bununla ilgili romanda geçen kesit şu şekilde: ‘… ‘sen bu kadar dünya işiyle uğraşma’ diye beni kınarlar. Yahu dünyası
olmayanın ahreti olur muymuş!...Dünyada iyi işler yapıp, iyi düşüneceksin ki
ahretini kazanasın! Allah yolunda olunca öz memleketini düşünmeyecek misin
abe…’ syf 34
Tasavvufta hedef, kalbi
gafletten uyandırıp Yüce Allah’a bağlayarak ebedi huzuru ele geçirmektir. Bunun
en birinci ve en kolay yolu, kalbi devamlı zikirle
meşgul etmektir. Zikir, kalbi Yüce Allah’a bağlayan en kısa, en kolay bir
yoldur. Brahmanlara göre eğer brahmaya ulaşmak istiyorsanız insanlardan
uzaklaşmanız gerekir. Yani inzivaya çekilmek gerekir. Zikir edilmesi gerekilir.
Şöyle bahsedilir: ‘Sonra ayaklarının
ucuna basa basa, tekkenin zikir yapılan ve meydan edilen salonuna girdiler.
Meydan doluydu, sohbet bitmiş, mumların çoğunu söndürmüşlerdi. Hafi zikirdi bu.
Herkes kollarını kavuşturmuş, başları kalplerinin üzerine düşmüş, hafiften bir
öne bir arkaya sallanarak, içten, en içten Rahman’ın ismini çağırıyorlardı.
Elle tutulurcasına somut bir sükunet ve huzur vardı havada. Koca Derviş,
‘Gözlerinizi kapatın, başınızı kalbinize gömün, siz de zikredin’ dedi. Onları
arka safta bir yere oturttu, kendisi de yanlarına çöktü. Çocuklar hemen ona
itaat etmiş, gözlerini kapamışlardı. Derviş onlara baktı, memnun oldu, o da
kollarını kavuşturdu, gözlerini yumdu, bir süre başı göğsüne düştü, ağır ağır
sallanıyordu… Artık çocukların yanında olduğunu unutmuştu. O sırada Kasım
gözlerini açtı, önce Mehmed’e baktı, o öbürlerini taklit ediyor, sanki o da
huşu içinde sallanıyordu… Kasım Koca Derviş’e baktı, o da tıplı öbürleri
gibiydi, acaba böyle yapınca zikretmek yerine uykuya mı dalıyorlardı? …’ syf 36
‘…Bilirim
sesli zikirden hoşlanırsın sen… Evet senin mizacına uygun belki sesli zikir…
Olabilir. Ancak yol, sadece sesli veya sessiz zikirden ibaret değil ki…’ syf 55
Hazret-i Ali (r.a.) ve Resûlü
Ekrem (s.a.)’nın bir sohbetinde şöyle bir cümle geçer:
- Üç haslet vardır ki,
bunlara sahip olan, mahrum kalmaz. Edeb ehliyle beraber oturmak, güzel edeb sahibi olmak ve başkasına
eziyet etmemek. Tasavvufta edebin önemine vurgu yapılmıştır. Yazar şöyle
bahseder: ‘…Sormuş, soruşturmuş, dört beş
hat sanatçısının eserlerini tektik etmiş, nihayet Ali Efendi’nin selamlığında
asılı olan, ‘Tasavvuf edepten ibarettir’ hattının ustasında karar kılmıştı…’
syf 42
‘..Bir
şey bilir ve onu söylerim, yol babanın Şeyh Ali Çelebi el-Nakşibendi’nin
yoludur. Yol, edeptir abe; yalnız edepli insanlar, yolda yürümeye hak
kazanırlar…’syf 55
Yazarımız tasavvufun vahdeti vücut yönüne değinmeden de
geçmemiştir. Vahdeti vücud bir tasavvuf terimidir ve onun felsefesi Allah'tan
başka varlık olmadığına, mevcud olan tek varlığın Allah olduğuna, var gibi
gözüken ne varsa Allah'ın parçaları olduğuna inanmaktır. Bu inanış tasavvufun
amentüsünün ilk şartıdır. ‘…Derviş
ağam inşallah dediğin gibi olur fakat benim meselem nedir, biliyor musun; ben
Kasım’a dinlediğim bir sohbeti uzun uzun anlattım, bak o bana ne yazmış!... Ben
ona İbni Arabi’nin vahdet-i vücud fikrini nasıl sistemleştirdiğinden söz
ediyorum, o bana Hüsrev Paşa’dan laf açıyor!... Sanki bana değil sana
yazıyor!...’ syf 47
‘… - peki, dedi Mısri, zat tevhidine gelince; Yüce Allah dışından bütün eşyadan ve insanlardan varlığını kaldırıp, Allah’ı çok zikretmek ve fikretmekle mümkün olur. Böylece fikir ve zikir çakmağından doğan ateşin nuru, kalp alemini aydınlatır ve sonuçta bu ateşin nuru Allah’tan başka hiçbir şeyin varlığının bulunmadığını gösterir, işte vahdet-i vücut inancı budur…’ syf 176
‘… - peki, dedi Mısri, zat tevhidine gelince; Yüce Allah dışından bütün eşyadan ve insanlardan varlığını kaldırıp, Allah’ı çok zikretmek ve fikretmekle mümkün olur. Böylece fikir ve zikir çakmağından doğan ateşin nuru, kalp alemini aydınlatır ve sonuçta bu ateşin nuru Allah’tan başka hiçbir şeyin varlığının bulunmadığını gösterir, işte vahdet-i vücut inancı budur…’ syf 176
‘…
- Vahdet-i vücud yani vücud birliği inandığım iman ettiğim hakikat şunu der:
İçine on sekiz bin alem barındıran şu koskoca alemde yalnız bir tek Vücud ve O
Vücud’un bir tek hakikati vardır; o Yüce Allah’ın vücudu ve hakikatidir. On
sekiz bin alemin aslı ve esası O Bir’dir… ‘Ya biz insanlar, çokluk ne oluyor?’
dersen, derim ki; onların hepsi birbirine görünür ve görünmez bağlarla
bağlanmış O’nun tecellilerinden ibarettir. Yaratan’ın varlığının sebebi, önü ve
dahi sonu yoktur. O’nun eşi ve benzeri yoktur. O hiçbir şeyle mukayese
edilemeyen Tek’tir. Ve o Tek’ten başka hiçbir varlık yoktur. ‘Bizim de
varlığımız var demek’ (Sesi tekrar yükseldi.) yalnız insanlara mahsus bir
mudala zandır… Tek varlık olduğuna dair bir delil olarak da; Allah’ın selamı
üzerine olsun Peygamber Efendimiz’in şu sözü gösterilir, demiştir ki: ‘Allah
vardır, O’nunla beraber hiçbir şey yoktur ve Hak’tan başka şeyler izafidir,
görecelidir.’ O koca şair Yunus Emre’ye göre Tanrı görünen olduğu halde
kendisini Hak’tan gayri her şeye gizlemiştir…’ syf 291
Yunus
Emre’nin ilahi aşkla söylediği bir söz vardır: ‘Yaratılanı
severim/ Yaradan’dan ötürü.’ Yunus’un sevgisi işte böyledir. Bakılan her şeyde
Rabb’i görür. O’nun tüm yarattıklarına sevgiyle yaklaşmak adına kuruludur
düşünceleri. Yazarımız romanda bu konuya şu şekilde vurgu yapmıştır:
‘…- Olabilir, birbirlerinin pek de aynı olanlar, ne hikmetse, sizin gibi güzel geçinemezler. İlgileriniz değişik, abe her ikiniz de kendi alakalarınızı ayrı ayrı sürdürüp, birbirinizi çok sevmeye devam ediyorsunuz. Abe ne güzel şeydir sevmek kızanım, sev her insanı, her şeyi, her yaratılanı, çünkü Allah her şeyi, her insanı sevgisinden yarattı.
‘…- Olabilir, birbirlerinin pek de aynı olanlar, ne hikmetse, sizin gibi güzel geçinemezler. İlgileriniz değişik, abe her ikiniz de kendi alakalarınızı ayrı ayrı sürdürüp, birbirinizi çok sevmeye devam ediyorsunuz. Abe ne güzel şeydir sevmek kızanım, sev her insanı, her şeyi, her yaratılanı, çünkü Allah her şeyi, her insanı sevgisinden yarattı.
-
Her
insanı sevemem, çünkü bir sürüsü beni kızdırmakta!
-
Abe
ne demiş Yunus, unuttun mu yoksa; ‘Yaratılanı severim/ Yaradan’dan ötürü.’
-
Ah
bi Yunus olabilsem, dedi Mehmed. (Bütün hırsını sesine yükleyerek, sonra bu ses
düştü kırıldı.) Bir zamanlar, dedi, daha küçükken sarışın, mavi gözlü bir kız
çocuğu görmüştüm. Şimdi düşünüyordum da, o kıza tutulmuşum meğer ben. Çünkü onu
görür görmez; ‘Ben bu kızı alacağım’ diye geçmişti aklımdan. Şimdi ne zaman
şiir düşünsem, aklıma Yunus gibi, Yaratan gelmiyor da, sanki…’ syf 51
Tasavvufta, Budizm inancına göre hayatın en üstün amacı ruhu fiziki ve nefsi olan her türlü zevk verici şeylerin etkisinden ve tutsaklığından kurtarmaktır. Bunların içerisinde dünya sevgisi, evlilik de yer almaktadır: ‘…- Doğrusunu istersen, her halimle Peygamberimiz’e uymaya çalışıyorum fakat nedendir bilmem, bu yola girince abe kadına, kıza ilgim kayboldu. Evet, o evlenmiş, Müslümanlara da evlenmelerini tavsiye etmiş ama bilemiyorum abe, bu bendeki isteksizlik nedendir?.. Bütün umudum, bir gün bu halimin geçeceği. Belki yolumda daha ilerlersem, daha bir tekamül edersem.. Kim bilir, O Sevgili elbet, bana da bir hanım nasip etmiştir… O’nun nasibi olmadan olmaz, bilirsin…’ syf 54
Şeyh, yol gösteren arif
kişi,
mürşid ise, şeyhe bağlı
kimse anlamındadır. Şeyh (mürşid), insanları halktan Hakka
ulaştırmada bir rehber, bir kılavuzdur. Okulda hoca ne ise, dergâhta mürşit de
odur. Hoca, daha çok akla hitap eder. Mürşit ise, ruhla meşgul olur. Mürşidin yüzü
nuranî, sözü Rabbanîdir. Mürşid, şeyhine bağlı kalmalı ve onun istediklerin
yapmalıdır. Bu yapı tasavvufta en çok eleştirilen yapıdır. Şöyle denilir:
‘Mürid mürşidinin önünde bir gassalın önündeki ölü gibi olmalıdır. Fakat çok
eleştirilmiştir. Romandan kesit şu şekildedir:
‘…Koca Derviş’in gözleri hayretle büyüdü, ağzı bir şey söyleyecekmiş gibi açıldı, sonra kapandı, epey bir konuşmadı; içinde fırtınalar kopuyor; Mehmed’i omuzlarndan yakalayıp sarsmak ‘Sen babanın, benim şeyhimin istediğini nasıl yapmazsın, nasıl onun sözünü yere düşürürsün? Sen ne nankör bir oğulsun, koynumda yılan mı besledim yoksa? demek istiyordu. Kendini sakinleştirmeye çalıştı, gönlünden; ‘Güzel Allah’ım sana sığındım’ dedi…’ syf 55
‘…Koca Derviş’in gözleri hayretle büyüdü, ağzı bir şey söyleyecekmiş gibi açıldı, sonra kapandı, epey bir konuşmadı; içinde fırtınalar kopuyor; Mehmed’i omuzlarndan yakalayıp sarsmak ‘Sen babanın, benim şeyhimin istediğini nasıl yapmazsın, nasıl onun sözünü yere düşürürsün? Sen ne nankör bir oğulsun, koynumda yılan mı besledim yoksa? demek istiyordu. Kendini sakinleştirmeye çalıştı, gönlünden; ‘Güzel Allah’ım sana sığındım’ dedi…’ syf 55
Tasavvuf yoluna girmiş kişiler her şeyin Allah
tarafından gerçekleştiğini bilir ve buna inanırlar: ‘…- Allah’ın arzusu ve
emri olmadan yaprak bile kımıldamaz dedi, emek O böyle istemiş, var git oğlum
nasibinin peşinden, uğurlar olsun… Benim dualarım her zaman senin içindir…’ syf
56
‘…Mısri adamlardan birinin ürperip Allah dediğini
duydu, yüzünden hafif bir tebessüm geçti, sıcak sıcak baktı ona. Ve devam etti:
-
İşte
bir kimse bu makama gelince, Bakara 15’teki ‘Her nereye bakarsanız Allah’ı
görürsünüz ayetinin sırrına ermiş olur… Yunus suresinin 25. ayetinde ise,
Cenab- Hak ‘Allah kullarını selamet evine çağırır buyurur…’ syf 175
‘…
- Olmak imkanı bulduğum zaman elbet oluyorum. Bilir misin adamım, bu iş
Allah’ın hikmeti ve kudreti icabı böyle olmuştur; iki tarafın arasında bir
berzah vardır sanki. Biri, öbür tarafı geçemez. Bu engel iki taraf ehlilerinin
vehmidir aslında. Bundan dolayı, biri diğerine karışarak onun özelliğini
bozamaz. Bilir misin ayeti, Rahman suresinin on dokuz, yirmide olmalı, şöyle
der: ‘Salmıştır iki denizi; buluşup kucaklaşıyorlar, bir ayırıcı var
aralarında, kendi sınırlarını aşmıyorlar.’ Evet, böyle der; yani tatlı suyu ve
acı denizi salıverdi, bunlar karışıyorlar, yaklaşıyorlar, yüzeyleri birbirine
temas ediyor fakat aralarında birbirlerine geçmelerine mani olacak görünmeyen
bir engel var…’ syf 231
‘…
- Onu takip eden ayette de nasıl söyleneceğini gösterir, şöyle: ‘Allah dilerse’
şeklinde söyleyebilirsin. Demek ki yapan eden biz değil, yalnız ve yalnız
sevgili O’dur. Önemli olan varlıkta tasarruf edenin yani kendisinde kullanma
hakkı bulunanın kim olduğunu bilmektir. Biliniz ve unutmayız ki; bütün fiiller
Hakk’ındır…’ syf 289
Allah
korkusu her zaman içlerinde vardır: ‘…Sonraki aylarda, büyük bir Allah korkusu sardı içini… Her zaman
korkmuştu Allah’tan ama bu kez başkaydı; son derece rahatsız oluyor çünkü
kazara bir şirke bulaşacak diye ödü kopuyordu. Namazlarını O’nun önünde
duruyormuş gibi dikkatli kılmaya özen gösteriyordu. Ancak ne kadar özense de
yine her namazda bir iki hata yapabiliyor, haydi yeni baştan kılıyordu. Allah,
onun için daima kızgın ve cezalandırıcı bir varlıktı korkuyordu. Şeyhi Hüseyin
Efendi, müritlerine, gece yattıktan sonra, günü mutlaka gözden geçirmelerini,
üzerinde düşünmelerini ve o gün Mevla’nın emirlerini ve yasakladıklarını nasıl
uyguladıklarını sorgulamalarını söylemişti…’ syf 61
‘…
dedi Mısri, gönlü hiç rahat değildi; acaba beklenilen sabrı tam gösterememiş,
erken mi ayrılmıştı oradan? Yoksa onu öfkelendirmiş miydi? Zaman zaman Allah’ı
kendisi terk etti gibi hissediyor, çok tedirgin oluyordu. Oysa iyi bilirdi ki;
O sevgili asla bir kulunu terk etmez. Fakat gönlü kanıyor, konuşup duruyordu: ‘
O Sevgili bir kuş değil ki, uçup da kaçtı desem, ama yansıması kuştadır. O
Sevgili bir çiçek değil ki, soldu desem, ama yansıması çiçektedir. O Sevgili
bir insan değil ki sıkıldı bıraktı desem, ama yansıması insandadır.’ Böyle terk
edilmiş hissederek içini bir çile doldu Mısri ve her adımda sanki kumlara bata
çıka yürümeye çalıştı…’ syf 213
Türk kültüründe rüya motifinin izleri çok eskilere
kadar gider. Çeşitli efsane ve destanlarda rüya motifine sık sık
rastlanmaktadır. İslâm toplumunda da Farabî, İbn-i Haldun gibi
âlimler rüyalar hakkında çeşitli görüşler ortaya koymuşlardır. Yazarımız bu
konudan şöyle bahseder: ‘…Sonradan
müritler arasında; ‘Hüseyin Efendi bir rüya görmüş, kendisine İstanbul bu
rüyada emredilmiş’ diye laflar dolaştı. Bu ne kadar doğru idi, Mehmed bunu
çözemedi…’ syf 67
‘…Aksi
gibi kendisi de pek rüya görmez, kazara görse bile hatırlamazdı. Zaman zaman bu
da dert olurdu; ‘Kuzum ben Peygamber Efendimiz’i görmek için ille de ölmeyi mi
bekleyeceği, rüyada göremez miyim?’ diye soruyordu mürit arkadaşlarına…’ syf 67
Tasavvufa göre din beşeri dinler ve ilahi dinler olmak
üzere ikiye ayrılır. İlahi dinlerin içerisinde Yahudilik de vardır ve
peygamberi Musa’dır. Yahudi mistik öğretici Kabbalizim’dir. Musa şeriatın
dışında kendi yakın çevresinden gizli bir takım hakikatleri, ilimleri öğretti.
Biz bu gizli ilimlere sahip değiliz. Siz bu bilgileri öğrenmek istiyorsanız
Kabbalizim aşamalarından geçmeniz gerekir. İşte bu noktada dinin zahir ve batın yönü ortaya çıkar. Zahir
bilinen/ görünendir. Dıştır. Batın ise görünmeyen/bilinmeyendir. İçtir.
Yazarımız şöyle bahseder: ‘…Biliyor
musun, yalnız ilim değil beim derdim. Aynı zamanda hakikat bilgisi. Bunun için
sufileri de tanımak istiyorum, mümkün olduğu kadar çok sufi…(Omuzlarını
silkti.) İşte böyle şeyler düşünüyorum.
-
İkisinden
de, zahirinden de batınından da vazgeçmek istemiyorsun değil mi?..
-
Hayır,
çünkü bu iki ilim birbirini tamamlıyor, barınına mana ilmi, zahirine ne
diyelim, eh bir bakıma madde ilmi, bu dünya ile ilgili çünkü; mantık, kelam,
tefsir okumak, Arapça öğrenmek istiyorum!...’ syf 71
‘…Madde,mana… zahir, batın! Keşke
insanlar da şunların dengesini tutturabilseydi…’ syf 88
‘… - Efendim, Allah izin verirse
ilim tahsil etmek istiyorum; fakat zahir ilmiyle batın ilminden hangisini
seçeceğimi bilmiyorum, siz ne tavsiye edersiniz?
-
Ben
ikisini birden öğrenmeye çalıştım oğlum ve bundan da hiç pişman olmadım. Sana
pek kısaca ikisini de anlatayım. Allah’ın izni ile sen karar ver; nasıl su
necaseti, pisliği, çeri çöpü temizlerse zahir ilmi, kalbi üzerine çöken cehalet
kirlerinden arındırır… Ve de kuyumcu nasıl ateşte altını diğer karışımlardan
ayırırsa, batın ilmi, ben gönül ilmi derim, evet gönül ilmi de öylece nefsi, ona
yerleşen kötü sıfatlardan temizler. Anladın mı?...’ 289-290
Ashab-ı Kiram ve büyük
İslam alimlerinden şiir ve kaside yazmamış olanı hemen hemen yok gibidir. Hatta Hz. Peygamber(s.a.v.)’in Hassan,
Abdullah bin Revaha ve Ka’b bin Malik gibi şairleri vardı. Romanda kahramanımız
Mehmed de şiirler yazmıştır:
' Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
' Uyan gafletten ey gafil seni aldatmasın dünya
Yakanı
al elinden ki seni sonra kılar rüsva
Ne
sandın sen gaddarı ki böyle onu sevdin
Onu
her kim sevdiyse dinini eyledi ağma
Adavet
kılma kimseyle sana nefsin yeter düşman
Ki
asla senden ayrılmaz ömür ahir olunca ta
Bu
zahir gözünü örtüp bana tut canıla gönlün
Ki
her bir sözün içinde duyasın evher-i mana’ syf 84
‘Heva
ise yeter gönül gel Allah’a dönelim gel
Siva
ise yeter ey dil gel Allah’a dönelim gel
Nice
bir sevdim gayri, nice bir olalım gayri
Analım
vuslat-ı yari, gel Allah’a dönelim gel
Bize
Hak’tan gel olmadan, ecel kusı vurmadan
Canın
Azrail almadan, gel Allah’a dönelim gel
Özenmez
misin ol yare ki, aldanmışsın ağyare
Seni
azdırmış emare, gel Allah’a dönelim gel
Niyazi’ye
olup haldaş, olursan yoluna yoldaş
Döküp
gözlerimizden yaş, gel Allah’a dönelim gel’ syf 99
‘Ey
Kerim Allah ey Gani Sultan
Dertliyiz,
senden umarız derman
Lutfuna
had yok; insana payan
Dertliyiz
senden umarız derman
Gerçi
kullarda ma’siyet çoktur
Rahmetin
Mevla dahi artuktur
Gayrıdan
bize hiç meded yoktur
Dertliyiz
senden umarız derman
Gel
demez isen biz günahkara
Bir
adım kadir mi ki yol vara
Çare
yok, senden olmazsa çare
Dertliyiz
senden umarız derman
Bu
Niyazi üçün zikrine düştü
Dün
ü gün gönlü fikrine düştü
Zatına
eren şükrüne düştü
Dertliyiz
senden umarız derman’ syf 104
‘Gel
ey aşk oduna pervane gibi canın atmayan
Gece
gündüz işi bülbül gibi zar olmayan gönül
Tükendi
ömrün ey gönül heba yerlerde gafletle
Gel
ey ömrü tamam olunca bi-dar olmayan gönül
Sudan
bir ibret almadın, niçin daim akıp çağlar
Gel
ey vahdet denizini talepkar olmayan gönül
Erişti
menzile cümle yol ehli, sen donup kaldın
Seni
n’idem bu yollarda bana yar olmayan gönül
Kamunun
derdine çare sen imişsin bu alemde
Niyazi
derdmendün derdine çare olmayan gönül’ syf 134
Tasavvuf ‘insan-ı kamil’ yani ‘ideal insan’
olmayı gerektirir. Bu anlamdan bakılınca tasavvuf her dinin veya her felsefi
düşüncenin ideale yöneliş esasını teşkil eder. ‘… Bu bahçede üç zümre de daima mevcuttur. Bahçedeki ağaçların en
faydalısı ‘tevhid’dir.. Biraz daha düşündü Mehmed ve tevhidden daha faydalı
başka bir şey bulamadı ‘fakat aynı zamanda kamil insandır, Allah dostudur
faydalı olan’ dedi içinden… ‘Sonra’ diye düşündü, ‘ağaçların en zararlısı
küfür, şirk ve nifak ağacıdır. Sonra düşmanlık, kibir ve haset ağaçları gelir.
Bahçede olanların en faydalısı; ‘emirler’ ve ‘nafileler’ bostanıdır. Orada
bulunanların en zararlısı, zaten yasak edilmiş şeylerdir. Bunların panzeri ise
tövbedir…’ syf 89
Tasavvufta tevhid, Allah'ın eşyanın içine girmeyen
kudretini, eşya ile bütünleşmeyen sanatını bilmek, her şeyin sebebinin Allah'ın
sanatı olduğunu ve O'nun sanatında bir arıza bulunmadığını kavramak, göklerde
ve yerde Allah'dan başka müdebbir olmadığını, Allah'ın insanın zihîn ve
tasavvuruna gelen şeylerden uzak olduğunu anlamaktır. Romanda tevhid ile ilgili
bilgilere yer verilmiştir:
‘… - İşte bir kimse bu makama gelince, Bakara 15’teki ‘Her nereye bakarsanız Allah’ı görürsünüz.’’ ayetinin sırrına ermiş olur.. Yunus suresinin 25. ayetinde ise, Cenab-ı Hak; ‘Allah kullarını selamet evine çağırır.’ buyrulur, bununla işte O, kullarını filler ve sıfatlar evhidine çağırır.
‘… - İşte bir kimse bu makama gelince, Bakara 15’teki ‘Her nereye bakarsanız Allah’ı görürsünüz.’’ ayetinin sırrına ermiş olur.. Yunus suresinin 25. ayetinde ise, Cenab-ı Hak; ‘Allah kullarını selamet evine çağırır.’ buyrulur, bununla işte O, kullarını filler ve sıfatlar evhidine çağırır.
-
Mısri
Derviş üç tevhidin ne anlama geldiğini de anlatır mısın bize?
Mısri öbürlerinin yüzlerine baktı,
hepsi başlarını salladılar.
-
Anlatayım
dedi, fiiller tevhidi arkadaşlar, kul; namaz, oruç, zekat, hac gibi şeriatça
emredilen hususları yerine getirerek; şirk, haram yeme, zina, adam öldürme gibi
haram durumlardan sakınarak fiillerin selamet evine girer. Sıfatlar tevhidine
gelince; çeşitli ibadet ve zikirlerle, insan kalbinde bulunan kötü duyguların
yani kin, aldatma, gıybet, haksızlık, tecavüz, haset, kibir, riya gibi
duyguların çıkarılıp, nefs-i emareden nefs-i mutmaine aşamasına gelip, güzel
sıfatlarla bezenmesidir…’ syf 175-176
Tasavvufta
gölge tezahürü hakimdir. Dünya aslında bir gölgeden ibarettir. Bir yanıltıcı
serap gibidir. İnsanlar da gölgeden ibarettir. ‘… Biz!.. İnsanlar ve insan dışında her varlık zannettiğimiz, aslında
gölgeden gayri bir şey değildir. O’nun belirtilerini taşıyan, O’nun ruhu ile
aydınlanmış gölgeler… O’nun nuru ile diyorum. Çünkü Allah dışında bütün varlık
zannettiğimiz şeyler, O’nın sıfatlarının tezahürü, yani belirmesidir, başka bir
şey değildir, yani gerçek varlık değillerdir!...’ syf 176
Tasavvuf
yolunda ilerleyen mürşitler bazen kendini açıklamada, düşüncelerini aktarmada
ve kendini o çevreye kabul ettirmede güçlük çekerler. Bu durum o yola girenler
için kaçınılmazdır. Yapılması gerekilen sabır ile karşılamaktır. Mehmed de
böyle yapmıştır: ‘… Kasabanın dinine
bağlı, tasavvufa meraklı bir halkı yoktu, dini konuları da hiç merak
etmiyorlar, öğrenmek istemiyorlardı. Ayrıca Mısri aleyhine, adeta Mısri’ye
işittirecek tarzda ileri geri konuşmaya başlamışlardı, bilhassa ‘Bizim kendi
adamlarımız daha iyidir, ne vardı sanki taa Uşaklardan adam getirecek.’, ‘Haydi
getirdiler bari bizimkilerden daha bilgili olsaydı.’ diye söyleniyorlardı.
Mısri bir süre, ‘Ya Sabır’ çekerek duymazdan geldi onları; fakat vaaz ettiği
cami giderek boşalıyor…’ syf 212
‘… Evladım bu sözde şu hakikate
işaret ediliyor: Bir kamilin yani bir erenin adı uzaktan işitilir ve onunla
bulunmak istenir. Fakat bu kişi, o zatın yakınına geldiği zaman, onu düşmanlarla
çevrili bulur, öyle ki her düşmanın elinde, ötekine benzemeyen bir mızrak
vardır. Bu mızrakları o ereni görmeye gelenlere atarlar, o kamil hakkında
iftira ederler, o kişinin ziyaretini engellemeye kalkarlar. Bu Adem
aleyhisselamdan bugüne kadar böyle gelmiştir. Gerçekte kamilin etrafında
bulunan bu düşmanlar, yetenekli olmayan kimseleri kemal sahibinin yanına
sokmamak için bir anlamda vazifeli bekçilerdir. İşte o eren böylece dertler,
sıkıntılar, kötülüklerle çevrilmiş bulunur. Onun yanına ancak manada güçlü
olanlar girebilir. Nitekim o kamil de bilgi cennetine ve kendisine uygun
ihvanla toplanma zevkine; düşmanlarının verdikleri ıstıraplara, hasetçilerin
sebep olduğu üzüntülere sabretmek suretiyle erebilmiştir…’ syf 288
Tasavvufta 40 sayısı oldukça önemlidir. İlm-i
Ledün’de Hz. Musa Tanrı’dan gizli
ilimleri alır ancak herkese söylemez. 40 ila 70 kişiye öğretmiştir. Görünen ile
görünmeyenin arasındaki köprüdür bir bakıma sayılar. Hz. Musa’nın Sina Dağına
gidişi 40 gün sürer, tıpkı Hz. İsa’nın çölde geçirdiği süre gibi. Nuh’un gemisi
de selde 40 gün 40 gece gezinmiştir. ‘…
Kırk yaşını geçmişti ve kırk yaş onun manevi hayatında bazı değişiklikler
yapmış, bazı semavi sırlar ona açık hal edilmişti…’ syf 215
Rüvey adlı bir mutasavvıf demiştir ki; tasavvuf
Allah’ın murat ettiğine teveccüh etmek ve onun iradesine teslim olmaktır. Allah’ın
varlığı üzerinde durulmuştur. Allah’ın varlığını tamamen hissedebilmek için
kişi kendinden uzaklaşıp sadece O’na yakınlaşmalıdır. Yazarımız şöyle söylemiş:
‘.. – Epey bir zaman önce, bir akşamüstü,
kıbleye karşı oturmuş; ‘Fakirlik tamamlandığı zaman, o Allah’tır’ sözünü
içimden tartışıyordum. O an Allah’tan bir ilham geldi ve mana apaçık belirdi.
O, bana gösterdi ki; O’ndan başka hiç kimse ve hiçbir şeyin ne açıkta, ne
gizlide bir varlığı vardır. Sadece ‘var’ zannedilir. Bir arif için vücutta yoksulluk
tamam olmayınca, yani vücudu atmadıkça; pervasız, doğrudan Hakk’ın yüzüne
bakması, onu görmesi imkansızdır. Kur’an’da Kıyamet suresi, yirmi iki – üçte,
şöyle buyrulur: ‘Yüzler vardır o gün parıltılı, Rabbine doğru bakan.’ İşte
onlar, Cenab-ı Hakk’ın yüzünü seyredenlerdir…’ syf 237
Tasavvufta ihlas, her türlü şirk, batıl inanç ve
kötü ahlaktan uzak durmak; kullukta riyadan, beşeri, ilişkilerde menfaat hesaplarından
sakınmaktır. İhlas, Allah’a vuslatta sadece Hakk’ı ve Hakk’ın rızasını gözetmek
ve araya halkı sokmamaktır. Amellere, davranışlara, duygu ve düşüncelere değer
kazandıran ihlas ve ihlasın düzeyidir. Amel ve ibadetlerde ihlas, bedene göre
ruh mesabesindedir. Bu dünyada insan, ruh ve beden bir arada olduğunda bir
anlam ifade eder. Amel ve ibadetler zahirimizi, ihlas ise batınımızı temsil
eder. Zahir ve batını birleştirmek ise en kemalli haldir. İhlassız bir amelin
anlamı olmadığı gibi, ihlasın kemal değeri yoktur. Şöyle geçer:
‘… - Oğlum, dedi, halk ‘ihlas’ı genellikle içtenlik anlamında kullanır; temizlik, saflık anlamında kullanır yanlış değil… çünkü Kur’an’da da saflık, temizlik, katıksızlık, riyanın zıddı olarak geçer. Tasavvufta ise ihlas, Allah’ın rızasını gözetme, sözün öze, özün söze uyması, riyakar ve iki yüzlü olmamak anlamını taşır. Ne demiş Hazreti Mevlana, ‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.’ Burada en önemli nokta, yaptığımız her işi Allah’ın rızasını kazanabilmek için yapıyor olmamızdır, eğer bunu içtenlikle becerebilirsek, zaten göründüğümüz gibi olur, olduğumuz gibi görünürüz. Bilir misiniz O, cenneti verirken, yapılmış iş ve hareketlerin, tutum ve davranışların ihlaslı olmasına bakar…’ 267-268
‘… - Oğlum, dedi, halk ‘ihlas’ı genellikle içtenlik anlamında kullanır; temizlik, saflık anlamında kullanır yanlış değil… çünkü Kur’an’da da saflık, temizlik, katıksızlık, riyanın zıddı olarak geçer. Tasavvufta ise ihlas, Allah’ın rızasını gözetme, sözün öze, özün söze uyması, riyakar ve iki yüzlü olmamak anlamını taşır. Ne demiş Hazreti Mevlana, ‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.’ Burada en önemli nokta, yaptığımız her işi Allah’ın rızasını kazanabilmek için yapıyor olmamızdır, eğer bunu içtenlikle becerebilirsek, zaten göründüğümüz gibi olur, olduğumuz gibi görünürüz. Bilir misiniz O, cenneti verirken, yapılmış iş ve hareketlerin, tutum ve davranışların ihlaslı olmasına bakar…’ 267-268
Tasavvufta seyr ü süluk kavramına değinelim. Mistik
hareketlerin belli bir düzen içerisinde yapılması, belli bir terbiye içinde olması
demektir. Uzun ve meşakatli bir yol olan mistik yolun belli çerçevede olması
anlamını taşır. Mistik hareketler, belli bir terbiyeyi belli bir eğitimle
vererek, insanı arzulanan noktaya ulaştırır. Bu yolculuk mistik hareketlerin
esaslarına göre çok uzun ve meşakatli bir yol olabileceği gibi çok kısa ve daha
kolay usullerle de olabilir. Söz konusu yolculuğun başarılı olmasında çile
çeken talip kadar terbiyesini üstlenen üstadın kabiliyeti de önemlidir. Çileli
ve uzun yolculuk Hermeteizm’in bariz özelliklerindendir. Şöyle der: ‘… Evet süluk; bir manevi yola girmek
demektir, yani Allah’a ulaşmak için, ahlakını, nefsini temizleme yolu. Manevi
yola, gönül yolu da diyebiliriz. İşte salik, bu kalbi yola düşen kimseye denir.
Salikin yaptığına seyr ü süluk de denir. Süluk; parça ruhun, bütüne ulaşmasıdır
da denilebilir. Söyle bakalım ruh nedir, bütün nedir??
-
Sanırım şeyhim, şey… Burada bütün Allah oluyor o
halde parça ruh da insan…
-
Tamam, anlamışsın, arada sıra tekkeye de uğrasana
sen Arif. Şunu da hiç unutma ki aslında şu evrende aklına gelen her varlık, bir
şekilde seyr-ü süluk yapmaktadır. Kendi çapında kemale yani olgunluğa doğru
hareket halindedir…’ syf 268
‘… -
Abdullah İbn Mesud’un şöyle söylediği rivayet edilmiştir, dedi. (Yine kendisini
dinleyen kalabalığın yüzlerine bakarak) ‘Resulullah kuma bir çizgi çizdi ve
bize, ‘Bu Allah’ın yoludur’, dedi, sonra sağına soluna birtakım eğri büğrü
çizgiler çizdi ve dedi ki; ‘Bunlar da yollardır fakat bu yolların her birinde
bir şeytan oturmuş, insan çağırır’ ve okudu: ‘İşte benim doğru yolum budur,
buna tabi olun. Muhakkak sizin davranışlarınız, tutumlarınız çeşitlidir.
Kiminiz ilimle hareket eder ve cennete gider. Kiminiz cehalet ve nefis
arzularıyla karanlığa koşar da cehenneme gider…’ syf 300
Emine Işınsu’nun Bukağı adlı romanında tasavvufa
dair karşımıza çıkanlar bu şekildedir. Malatyalı Niyazi Mısri’yi bu kitabı
okuduktan sonra Eski Yunan’da bir mistik hareketin kurucusu olan Pisagor isimli
kişiye de benzetmeden geçemeyeceğm. Pitagoros, Mısır mabedlerinde 22 sene eğitim
görüyor. ‘İnsan vücudu ve ruhu bu alemin küçük bir örneğidir’ demiştir. Bu alem
dediğimiz yapı aslında fitne ve fesattan oluşmaktadır. Cemiyette huzur ve refah
temin edildiği taktirde Allah insanların kalbine ve vicdanına iner. Bu
düşüncelerini gerçekleştirmek için önce Yunan’a sonra İtalya’ya gider. Orada
bir okul açar. Öğrencileri olur. Bu kişi tıpkı Mısri gibi üç aşamadan geçtikten
sonra tasavvuf ehline ulaşır. Birinci aşama, hazırlıktır. İkinci aşama,
tasfiyedir; nasıl öğretilir, batın ilimler nelerdir öğrenir. Üçüncü aşama,
şekil ve suret ilimlerinin dışına çıkar ve pişer. Mısri de çeşitli ve zorlu
yollardan geçerek tasavvuf ilminin mertebelerini aşmıştır. Tıpkı Hz. Mevlanın
‘Hamdım, piştim, yandım.’ sözü gibi Niyazi de hamdı, pişti ve yandı…
*Yazmış olduğum yazı tarafıma aittir. İzinsiz kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.
*Yazmış olduğum yazı tarafıma aittir. İzinsiz kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder