Emine Isınsu ''Canbaz'' Romanının Tahlili


Canbaz

   IŞINSU, Emine; Ötüken Yayınları, 4. Basım, 1996 

   1. Olayın (vakanın) Özeti

   Koçsa huzursuz, Koçsa ince hesaplar içinde. 27 Mayıs 1960 sabahı yer gök kendince inliyor. Belki çocuk kaprisli fakat iyi niyetli, çalışkan bir başvekilin boynuna geçecek ilmeği çoktan hissettikleri için. Neydi başvekilin suçu? Geniş halk kitlesine dayanıp ona yalnız maddi menfaat sağlamak mı? Eh manayı dinde görmüş, eğitimi ihmal etmiştir.

   Ve ikinci, belki daha da önemli mesele, memlekete umut veren bir fidan gibi büyüyen sol hareket, akıllı patronun gözünden hiç kaçmıyordu. Er geç nasıl olsa bir fedarasyon kurulacak ve sol sendikaları toplayacaktı. İşte Akif Koçsa bu sol fedarasyona da hakim olmak istiyordu eli erdiğince.
Sloganlar dedi. Onların gücü! Ezberliyorlar ve inanıyorlar; emekçi sınıfının hakimiyeti, bozuk düzene son, sömürüye son, fabrikaları patrondan alıp emekçiye vereceğiz falan biliyorsun hepsini. Bunlar hep güzel emekçiler için cazip çekici sloganlar. İnkar edilemez, bizim aklımız olsaydı, memleketin bu şartlarında asıl bir YİSK’i sola çekerdik. Yapamadık, düşünemedik.

   İmtihanlara girip sömestri tamamlamak ve mezun olmak bir hayaldir artık. Zaten babası da ikide bir telefon edip onu acele Sivas’a çağırmaktadır. İlhan, bir hafta daha kalıyor Ankara’da. İçini yakan intikam ateşi gittikçe kuvvetlenmiş, başka bir şey düşünemez olmuştur. Gidip ülkü ocakları birliğinden yardım istemeyi gururuna yediremiyor.

   İstemiyor da. Roman o dönemin şartlarını işliyor. Tasavvufu da elden bırakmıyor.
   Canbaz!... Uzun ince bir ipin üzerinde bir noktadan öbür noktaya doğru… Gülnaz’ın başı şiirle falan hoş değildi, pek az okumuştu, hiç ezberi yok sanırdı fakat birden, kimin olduğunu bile çıkaramadan bazı mısralar döküldü yüreğine..
“Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece”..
Dengeyi tutturabilmek çok zor çok. Şu iki kapılı handa ve gündüz gece, gündüz gece giderken..

   “Dünyada ne kadar insan varsa o kadar cambaz vardır. Herkes kendi ipinin üzerinde, ispat uğruna tehlikeli gösteriler peşinde fakat can derdinde!. Denge sağlamaya bir sopa bulursa ne ala… Sopalar da o kadar çeşitli ki canım, bazısı denge sağlayacağına denge kaybettiriyor, hele üzerinde yürüdüğü ip, gevşemişse… işte o zaman Allah yardım etsin, kuldan hiç umut yok…’ syf 368-369

   2. Kişi Kadrosu

   a. Asıl Kişiler

  Ali
  Mahmut Bey
  Selen
  Tülin
  Sevim
  Akif Koçsa

  b. Yardımcı Kişiler

   Hikmet Bey
   Mehmet
   İlhan
   Gülnaz
   Haluk Bozkır
   Atakan
   Rıfkı
   Kemal
   Çubuk Ağa

   3. Anlatıcının Bakış Açısı

   Anlatıcı romanı hâkim bakış açısı ile yazmıştır. Yaşanmış, yaşanan ve yaşanacak olan her şeyi bilir, görür ve duyar. Kahramanların gönlü veya kafasından geçenleri okumaya kadar uzanır. Anlatıcı, anlattığı olayların dışında durur, gören durumundadır.

   4. Olayın Geçtiği Mekânlar

   Olay Konya, Ankara ve Sivas çevresinde geçmektedir.

   5. Zaman

   Romanın ilk sayfasında zaman “Canbazlara Dair, yıl 1979, Ekim” şeklinde belirtilmiştir ve o tarih ve ondan sonraki süreç romana hâkimdir.

   6. Dil ve Anlatım Özellikleri

   a. Anlatım Türleri

   Romana, öğretici anlatım, tartışmacı anlatım hâkimdir. Aynı zamanda söyleşmeye bağlı anlatım (diyalog) türüne de yer verilmiştir.

   b. Dil ve Üslup Özellikleri

  Düşünce ve duyguların yüceliğine, anlamın sağlamlık ve doğruluğuna, sözcüklerin seçkinliğine önem verilmiştir. Aynı zamanda o dönemde kullanılan kelimeler romana ağırlık veriyor.

   7. Romanın Türü

   Roman tür olarak hem sosyal roman olarak kabul edilebilir hem de dini roman olarak ele alınabilir.

   8. Romanın Konusu

   Romanın konusu, 1950’li yıllardan 1975’li yıllara kadar uzanan bir süreci içerisine almaktadır. O dönemde tartışılan mevzular, sendika kavgaları, ülkücüler, faşistler… yani o dönemde ülkenin durumunu bir üniversite öğrencisi üzerinden hem de yaşayan kişileri bir canbaza benzetilerek işlenmiştir.

   9. Tasavvuf

  Tasavvufun kaynakları konusunda çeşitli düşünceler ileri sürülmüştür. Bu konudaki genel görüş, tasavvufun kaynağında  onun asıl düşüncesini şekillendiren, kimlik kazandıran ve yönünü belirleyen asıl inanışın İslam dini olduğuydu. Tasavvufun ana kaynağı Kur’an-ı Kerim, hadis ve sünnetle aktarılan  bilginin tamamıdır. Yabancı etkiler bu ana kaynakta eritilmiştir. Diğer mistik sistemler gibi tasavvuf da “hayata karşı belli bir tavır ve davranış” olarak başlamış, daha sonra bir düşünce tarzı halinde sistemleşmiştir. Fakat mistisizm, insanın mantık ve akıl yürütme yoluyla erişemediği metafizik kavramları bir hayal dünyasında aramasıdır. Oysa tasavvuf, akıl ve felsefe üstü olan İslam vahiylerinin mistik bir yorumu ve yaşanmasıdır. Tasavvufun önemi Kur’an ve hadis ile belirtilen “kalb-i selim” ve “takva” ile sevgi ve kulluk dolu bir gönül sahibi olmak için mürşidlerin eğitimi denetimi altında yapılan din ve ruh eğitimi almasındadır: 

   ‘…Dua etmek istiyorum. Beceremiyorum. Akif Koçsa için bir rahmet okuduk galiba.. Tasam da değil…’ syf 7

   ‘…Mehmet ‘Gönül gözü ile bakmak’ derdi. Psikolojinin ötesindeki kilit bu nazar olmalı. Yani bir çeşit alışveriş mi Allah’la bilmiyorum.
Hay Tanrım, ananemin el sürülmeyen seccadesini, tesbihini hatırlıyorum, daha beteri hep en üst raflarda duran Kur’an-ı Kerim’i… Hepsi uzak, aramızda cehennem var, ceza var. “Elini sürme çocuğum.” “Dokunma kızım” Allah korkusu… Allah korkusu… Cehennem. Ateş. Günah. Başımı kaldırıp, üst rafa bırakmaya cesaretim yok, kemiklerimde kızgın ateşin alevlerini hissediyorum.. Mehmet bana:
-          Allah’ı çok seviyorum o da beni seviyor…
Dediği zaman şaşkınlığa düşüyorum. Allah sevilir mi? O’ndan korkulur! Böyle ulu orta ayetler söylenir, izahı yapılır mı? Ayetler bir kitabın içinde ve uzaktadır… el sürülmez! Anlaşılmaz. Günahı dilinden düşürmeyen, beş vakit namazı kimselere bırakmayan ananem, Allah’la arama uçurumla açıp durmuş, hem de içinde ateşler yanan uçurumlar. Peki kendisi neredeydi acaba? Mehmet’in, Yaradan’ı ile böyle iç-içeliği, önce pek korkutuyor beni, sonra yavaş yavaş alışıyorum. “O, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez, herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, kötülük kendi zararınadır…”syf 89

   ‘…Anların hepsinde, yaşadığını hissetmesi gerekti Mahmut’un.. Çünkü hayat öncesi ve sonu olmayan fakat birbirini takip eden ve hep “şimdiki zamanlar” dan oluşan bir tecrübeler dizisi değil miydi? Anlar, karşı konulamaz bir süratle hareket ediyor, geçip gidiyor. Giden kaybolmuş, gelen tehlikelere gebe. O halde uyanık bulunmalı… Anladığı kadarı ile değişken anların hiç değişmeyen iki değeri vardır; biri yaşamak eş anlamı; Kendi namına azami fayda sağlamak. Diğeri ölüm. Her an  daima ikisi de mevcut. O halde devamlılık bir yutturmacadır, tıpkı cemiyet değerleri, ahlak hatta zindan gibi. Bir başka ve başka her türlü hayat felsefesine kapalıdır zihni. Bu yüzden olmalı, günlük meseleleri, aniden meydana gelen bir problemi, zamanın şartlarını ve işine gelecek tarzda hemen halledivermek gibi, adeta insiyaki fakat harikulade bir yeteneği vardır. Mahmut, içinde bulunduğu çevrelerin eğilimlerine göre, toplum değerlerine büyük bağlılık gösterilerinde bulunur, rakı sofrasında Allah’ın varlığını tartışırken, icabında işçilerle Cuma namazlarına gider, vaaz esnasında kocaman sarı gözlerinden, pembe yanaklarına inci inci yaşlar akıtırdı. Beraberindekiler bu yaşları iyice fark etmeden mendilini çıkarıp silmezdi. Sevimli dostça tavırlarıyla, çocuksu mahçup tebessümleriyle, insanları kah sempatilerini kah merhametlerini celbeder, nükteleriyle zekasına hayran bırakır, abartmalı macera hikayeleriyle onları kendine bağlardı…’ syf 97

   ‘…Allah tek fakat O’nun her gönülde bir ayrı keşfedilişi vardır, her gönül ayrıdır çünkü, Allah rahmetini dilediğine, dilediği kadar verir…’ syf 81

   Aynü’l yakin Tanrı’yı sezgisel görüşle kavramadır. Kimi tasavvuf tarikatlarında geçerli üç aşamadan birini dile getiren bir terimdir. Ayn-el-yakin, üçüncü ve son aşama olan Hakkel yakin aşamasına hazırlık evresidir. Bayramilik tarikatının kurucusu olan Hacı Bayram, bunları Türkçe olarak “bilmek, bulmak, olmak” deyimleriyle dile getirmiştir. Yani birinci evrede Tanrı’ya bilgiyle varıyor, ikinci aşamada Tanrı’yı gönül gözüyle görüyor ve son aşamada Tanrı’yla bir oluyor. Gerçek vahdeti kalp gözüyle görmektir ve üçe ayrılır: ilmü’l yakin, aynü’l yakin ve Hakkü’l yakin. Hakkü’l yakin görüş halinden oluş haline geçmektir yani olmaktır. Burada kişi kendini Allah’a teslim eder: ‘…Artık ağırlığım yok artık ben yokum. Allah’ım kendimi sana teslim ediyorum…’ syf 8

   ‘…Ne saçma, hep söyledim; bu çocuk adamın güdüsü ölüm, dedim. Ali, ölmek için yaşıyordu. Aslında yaşamıyordu. İşte yaşanmamış sakat bir hayatın sonucu, şiddet! Hayat ve ölüm özleşmişlerdi Ali’nin yaşantısında, bunu gördüm ben, size söyledim Froyd biliyorsun…’ syf 11

   ‘…-Canım baba diyor… Eğer insanlar Allah’ı bilir onun hükümlerine tam uyarlarsa yani İslami düzende, ne sendikalara lüzum kalır, ne partilere.
-          Babası, süzüyor oğlunu cevap vermiyor. İlhan tekrarlıyor:
-          Neden cevap vermedin canım baba yalan mı?
-          Canım oğul o senin dediğin İslami düzen taa Hz. Ali’nin zamanında bozulmaya başlamış, Muaviyenin ortaya çıkışı neden! Muaviye bir politikacıdır işte, zamanına göre. Yani kolay değil öyle, yirminci asrın şu senesinde İslami düzeni tesis etmek, bir Hz. Muhammed yok ve maalesef din adına kendi şahsi emellerinin hesabını yapan, masum halkın aklını çelen çok kişi var. Hem sen benden daha iyi bilirsin İlhan, İslamiyet Hristyanlık gibi dünyadan dünya işlerinden çalışmaktan, mücadele etmekten koparmaz insanı. Müslüman kişi, iman edip, çalışan, mukaddesatı uğruna kendi hakları ve insani haklar uğruna mücadele veren kişidir. Uyuşukluk değildir İslamiyet.

   Hristyanlık başta olmak üzere; Mazdeizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden birçok unsuru içine almakta, bu açıdan da senkretik bir karakter taşımaktadır. Hristyanlık, Türklerin dini tarihlerinin belli bir döneminden temas ettikleri evrensel ve büyük dinlerden biridir.

   O günlerde İlhan bu dünyadan çok, öbür dünya ile ilgili babasının söylediklerini tam anlamıyor bile, bilgiç bilgiç baş sallıyor..
-          En zor muhasebe nefs muhasebesidir.
-          İyi.. diyor babası.. iyi.
İçinden bir la havle çekiyor, yutkunuyor, devam ediyor..
-          Lafları öğrenmek, tekrar etmek kolay, başkalarına nasihat satmak olay. Uygulamaya geç bakalım, kendi nefsini dene, bir bakalım canım oğlum. Hafta sonunda maça gitmeyi istiyorsun değil mi, bir aydır düşledin bu maçı. Eh.. Zara’da ninelerin seni sorup dururlar bırak maçı hafta sonunda git onların elini öp, hayır dualarını al ne dersin?
Osman Nuri Bey galiba hayatında ilk defa oğlunun kendisine karşı gelmesini beklemişti… O boyun eğiş, söğüt dalları gibi. Soluksuz “Peki baba”. Yüreğine sızı salıyor. Ağzından çıkan sözü de geri alamaz elbet. Baba o.
‘İslamiyet dünyadan kopmanı kendine eziyet etmeni emretmiyor..’ diye tekrarlayamaz artık. Çocuğun suratına bakmıyor, başını çevirip öfkesini otel katibinden alıyor, ona bağırıyor…’ syf 114 115

   ‘… - Hayır.. İşte bu noktadan Allah’a uzanabilirsen diyorlar… Kendini bilen Allah’ı da bilir! Fakat ne kadar zor, ne kadar zor değil mi?...’ syf 297

   ‘…Yaa, dedi.. Öyle mi düşünüyorsunuz? Sağ olun çocuklar da, durun bakalım hayırlısı Allah’tan. Hayır isteyelim, hayır gelsin değil mi?...’ syf 313

   ‘… Böyle uzun uzun düşünüp, renklerle ipleri ayırmaya ayıklamaya çalışacağına, belki kısaca; “Şahsi menfaat dünyası” diyebilseydi.. Ve tavuk yumurta misali, “Birinin menfaati öbüründen öbürünki birinden” diye noktalayıverseydi daha kolay olacaktı! Oysa o, Selen’in bir mektubunda yazdığı Sevim’in cümlesini düşündü:
Dünyada ne kadar insan varsa o kadar cambaz vardır. Herkes kendi ipinin üzerinde, ispat uğruna tehlikeli gösteriler peşinde fakat can derdinde!. Denge sağlamaya bir sopa bulursa ne ala… Sopalar da o kadar çeşitli ki canım, bazısı denge sağlayacağına denge kaybettiriyor, hele üzerinde yürüdüğü ip, gevşemişse… işte o zaman Allah yardım etsin, kuldan hiç umut yok…’ syf 368-369

   ‘…Ay! Ay ay.. İşte bütün mesele bu. Ali, benim asla yapamayacağım bir şeyi yaptı ve manada olduğu gibi maddede de kilitledi hayatını. Ben ise, benzerimin, şu davranışını kabul edip, manada kilitlenmeye hazırlandım!... Nerdeyse, “Her yer karanlık” gazelini okuyup, kendi kendime acıma toplantısı tertip edecektim; göz yaşları dök, başına gelenler için başkalarını suçla!... Yapmadığım şeyler değil ki bunlar…’ syf 377

 ‘…Bir ucu ölümlü dünya...
Yoksa tek gerçek, tek sağlam güç ölüm mü? Öyle galiba. O halde, bu dünyada bütün manalar yitik. Şöyle veya böyle, doğru veya yanlış. Ne fark eder. Eğer benim “Evet”ime sen “Hayır” senin “Evet”ine ben “Hayır” diyorsak; hakikat nerede? İkimiz ve pek çok kişi aynı anlamsızlıkta boğulmaktayız ki.. Ölüm, tek gerçek!...’ syf 404

   ‘…Nefsini bilmeyen Allah’ı bilmez, nefsini sevmeyen Allah’ı sevmez!’
Peki ama bu nefs dediğin şey, benlik diyeyim ben Mehmet, mutasavvıflar mütamadiyen bundan kurtulmayı telkin etmiyorlar mı?
 ‘Çok zor! Anlayabilmek yani.
Hayır, basit. Önce kendini Yunuslarla, Mevlanalarla aynı seviyede görememeyi öğren. Onlar bulundukları yere ulaşabilmek için çok pek çok aklının alamayacağı safhalardan geçmişler, basamaklar atlamışlardır. Kolay değil tabi şimdi bizim için. Bismillah deyip, yola adımını atarken önce farzları ve Kur’an’ın şu anda anlayabildiğin ahlakını uygulamaya çalışacaksın. Yavaş yavaş. Sonra Kur’an açıklacak ve anlamlar içinde anlamlar keşfedeceksin.
“Nereye kadar yahut ne kadar?”
“Allah’ın nasibi senin isteğinin ve idrakinin gücü kadar”
“Bak Allah’ın nasibi diyorsun, ya bana nasip etmemişse? Madem kader onun elinde?”
“Kur’an-ı Kerimde, “İsteyin vereyim.” diyor. İstemeyi öğren, iste. Allah, iyiyi kötüyü, güzeli çirkini işaret edip seçme hakkını sana veriyor. Yolunu seçen sensin, bu yüzden seçiminin mesuliyetini de yükleniyorsun. Halamın deyimi ile herkes kendi ipinin üstünde, kendi rolünü oynamakta… İyilerden olmak, iyileri seçmek ve kötüleri horlamamak lazım. Bu kadar işte. Fazla değil! Anlatabiliyor muyum Sevgi?...’ syf 378-379

   ‘…Eh kolaymış ölüm, gerçekten… Bir küçük merminin ucunda. Vay canına.. Senin yerin bu dünyadır bu oğlum, mücadele.. Pek tabii, bütün güzelliği ve heyecanı ile mücadele. Kaçmayı, bırakmayı nasıl da düşünebildim? Ben, İlhan Kasapoğlu. Çılgın filazofların ardına takılıp.. Onlar, hayat yükünü kaldıramayacak kadar zayıftılar öyle… Anlamam için denemem gerekmiş. Vay canına.. Nerdeyse. Ah Allah’ım ne büyüksün! Bu dünyada şu insanların arasında temizlenmek, arınmak ve yücelmek istiyorum ben. Ben İlhan Kasapoğlu! Aklımı temizlikle bozup, en pisini yapacaktım. Vay canına!.. Demek insanın delirdiği anlar da oluyor. Allah’ım sen büyüksün, sana şükrediyorum…’ syf 301

  ‘…Bugün, şimdi Hasan’ı böyle konuşturduğuna göre bana yardım edeceksin Allah’ım hissediyorum.. Şükürler olsun…’ syf 335-336

   ‘…Allah cümlemizin yardımcısı olsun…’ syf 337

   Mutasavvıflar Allah’ı gönülde bulurlar. Gönül bu alemin seyrangahıdır. Gönül ile aşk ezelden beraber gelmişlerdir. Cihanda da gönlün yoldaşı aşktır. Allah’ın ilahi kudreti gönülde gizlidir. İnsanı dünya nimetlerine götürerek Hakk’ı unutturmaya çalışan nefs bile gönülde güherdir. Gönül ise madendir, sırr-ı ilahi gönülde saklanır. ‘…Ve kainatla ve sonra Yarandan’la. Çünkü görebileceğin her şey O’ndan akistir, gönül, Allah’ın sana baktığı yer sana hitap ettiği yer. Gözlerinle gördüğünün, gönüldekilerle bir çeşit çakışması lazım, özdeşleşmesi, aynileşmesi…’ syf 82

   Dinimizde hak kavramı çok önemlidir. Kimse kimsenin hakkını yememelidir. Hak geçerse helallik istenir. Romanda şu şekilde bahsedilir: ‘…Ne demiş Hazreti Peygamber, işçinin hakkını, alnının teri kurumadan vereceksiniz öyle mi?...’ syf 54

    ‘…İlk sendika heyecanı: Önce birer ikişer sonra toplayıp tümüne birden nutuk çekmeler “işverende hakkımızı bırakmayalım, on kuruşumuzu bile bırakmayalım.” Bakın bana icabında ciğerini söke söke alırız. Çünkü bu haktır. Hak, hakkınızı arayın, buyurur. İşte ben bu sözden, Allah’ın ayetinden güç alıp harekete geçtim, sendikayı kurduk. Bilirsiniz arkadaşlar ben abdestli namazlı bir kulum, milliyetçiyim. Milliyetçi mukaddesatçıyım. İşte bu bir yudum ekmek, Cenab-ı Hakk’ın nimeti öpüp başıma koyuyorum. Şunu takdir edin, işverenin durumu da pek iyi değildir şu günler, laf aramızda öğrenin bunu böylece. Çünkü bilirsiniz bende yalan yok, Koçsa Bey fedakarlık yaptı. Sendika kurmamıza karşı çıkmadı. Bakın pek çok işveren sendika kurdurmuyor fabrikasında, teşebbüs edenleri kovuyor, biliyorsunuz, biliyoruz. Fakat Koçsa ne yaptı? Madem kanunda yeri vardır, işçilerin sendika kurmalıdır dedi. Ne istiyorlar söylesinler, dedi. Bunu unutmayacağız, fakat arkadaşlar patron patrondur. Elbet o da kendi çıkarlarını gözetecektir. Biz de kendimizinkini. Çünkü el elin eşeğini türkü çağıra çağıra arar derler. Hesap bu hesap. Kendi meselelerimize biz sahip çıkacağız bundan böyle. Bana güvenin, hakkınızın her kuruşunu gerekirse, anladınız mı, gerekirse söke söke alırım patrondan…’ syf 105

   Hz. Muhammed, peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü, insanların en efendisi ve en mükemmeli olarak nitelendirilir. Hz. Muhammed, İslam dininin kurucusu ve Kur’an-ı Kerim’in indirildiği peygamberdir.

   Kainattaki en büyük olay Hz. Muhammed’in dünyaya gelişidir. Dolayısıyla onun dünyaya gelişi sırasında bazı olağanüstü olaylar meydana gelmiştir. Hz. Muhammed’in doğduğu gece bir yıldız parlamış ve Yahudi alimler bu yıldızdan Hz. Muhammed’in doğacağına inanmışlardır. Medayin’deki Kisra Sarayı’ndan on dört burç çatırdayarak yıkıldı. Peygamberimizin doğduğu haberini aldılar. Bu aynı zamanda İran saltanatının da kalkacağına işaretti. Altmış yedi yıl sonra İran, İslam devletleri topluluklarına katıldı. Kabe’deki putların pek çoğu kendiliğinden baş aşağı yıkıldı. Hz. Muhammed kısa zamanda Kabe’yi putlardan temizledi. İstahbarat’ta bin seneden beri yanmakta olan Mecusilerin kocaman ateş yığınları bir anda sönüverdi. Mecusiler bu ateşleri kendilerine ilah kabul etmişlerdi. Ateşlerin sönmesi ile Hz. Muhammed putperestlik gibi, ateş perestliği de ortadan kaldırdı.

   Hz. Muhammed’in gerçekleştirdiği söylenen pek çok mucize vardır. Mesela Hz. Muhammed’in Kureyş kabilesinden bazıları, mehtaplı bir gecede ondan mucize istediler. O da parmağını aya uzatınca iki parça oldu. Peygamber bir gün eshabı ile beraber Hüdeybiye’ye geldi. Orada su olmadığını haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber, yanında mevcut bulunan sudan abdest aldı. Parmaklarından çeşmeler gibi su akmaya başladı. O sudan hepsi içtiler. Peygamberin gerek çorak kuyudan veya yerden su çıkarması, gerek az olan suyu çoğaltması hususundaki mucizeleri çoktur. Sahabeden birinin Medine’deki evinde bir acı su kuyusu vardı. Peygamber birkaç kere içine tükürdü; acı su tatlı oldu. Ayrıca Peygamberimizin hayvanlarla konuşması da mucizeleri arasındadır. Peygamber, bir gün Kabe’nin kapısı önünde otururken, ayağını köpek ısırmış biri geldi. Hz. Muhammed derhal yerinden kalkıp köpeğin yanına gidince köpek kuyruğunu sallayarak söz söylemeye başladı. Peygamber, onları niçin ısırdığını sorunca köpek de onların Ebu Bekir ile Ömer’e düşmanlık ettikler için Allah’tan onu bunlara musallat kıldığını söyler. Kitaptan kesit sunalım:  

   ‘…Gösteri?... Bu elle tutulur hakikat ne çare İlhan farkında değil. O, açlığını bir çeşit eksiklik kabul etmekte, utancı bu yüzden. Hırsla çalışıyor, bütün dersleri çok iyi. Din dersine sarılıyor, sınıfta Hz. Muhammed’in hayatını anlatırken kendisi ağlıyor, bütün sınıfı ağlatıyor…’ syf 116

   Mana, iç yüzdür. Tasavvufta surettir. Görünen madde alemi suret alemidir. Surette zahir olan suret alemi, mana alemidir. Allah, mana’dır. Zuhuru ise suretidir. 

  ‘…Kadıncağız bilemez ki, oğulcuğu daha pek çok şüpheler geçirecek, kabadayılık, ülkücü militanlık ardından Kafkalar gelecek. Sopenaur da kilitlenip, “intiharı yüceleştirecek”. Hem maddede hem manada hayatla ölüm arasında çok köprüler kuracak, çok köprüler atacak ve ancak öyle dönebilecek yuvaya, öz varlığına…’ syf 117

   Sabır‘…La havle, la havle çekti Çubuk Ağa. Çocuğun üstüne gitmeyi doğru bulmadı. Adetiydi oğlan böyle deli sinirliyse rahat bırakır. Sonra bir iyi vakitte sakin ve ağır ağır konuşur, eğriyi doğruyu göstermeye çalışırdı…’ syf 142

   ‘…Kendi sesinden ürküp koşmaya başlıyor. Koşup saklanmalı bir yerlere… Hacı Hala’nın kucağı!... Tesbih çeker gibi tekrarlıyor: “Allahım Allahım”…’ syf 190

   Tefekkül, dini- tasavvufi edebiyatta istenilenin elde edilmesi için varlıkların anlamları ve kavramları arasında kalbin faaliyette bulunması, muhakeme; doğruyu ve yanlışı görmeye yarayan kalpteki ışık ya da vicdan, tefekkür olarak kabul edilmiştir: 

   ‘…Ölüm Allah’ın emri. Tefekkül, İlhan ölmek istemiyor. Yapacağı işler var millet değerlerinin iktidar olduğunu görmek istiyor önce. Bizden olmayanın yenilip küçülmesini…
-          Bu işlerden vazgeç diyemem oğlum diyor. Çünkü iyi görüyorum ki yolunu seçmişsin. Zaten senden bir başka yol beklemezdim. Ama canım oğul kendine dikkat et Allah rızası için. Allah senin ve cemi cümlenin evlatlarını korusun, yolunu şaşırmışlara yardım etsin…’ syf 255-256

   ‘… - Eh ölüm Allah’ın emri, vakit geldiği zaman, er yahut geç. Tasalanma sen Şükrü…’ syf 259
Işınsu romanında Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ünlü dizelerine de yer vermiştir:  ‘…İnsanın insana ettiği zulmü, hiçbir hayvan diğerine etmedi dedi… Allah’ım bu nasıl iştir?... Neyse, neyse… Ne demiş adam; Mevla’m görelim neyler, neylerse güzel eyler…’ syf 22

“…Hiç kimseye hor bakma,
İncitme gönül yıkma,
Sen nefsine yan çıkma,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler.

Bil elsine-i halk-ı
Aklam-ı Hak ey Hakkı
Öğren edeb-i hulk-i
Mevla görelim neyler.
Neylerse güzel eyler.”

   Kur’an-ı Kerim’de emrediliyor, nefse eziyet edilmemeli. Mesele onu terbiye edip, ona hakim olabilmek. Mutasavvıflar, ulaştıkları merhalede, nefsin pek çok arzularından kurtuluyorlar, bir çeşit terk ediş yaşıyorlar doğru bu. Ancak, bu merhalede, benlikleri zaten büyük ve tek benliğin içinde eriyip kaybolmuşlar. Bize ızdırap veren yasaklar, gayretler, terk edişler onlar için zevktir. Leyla’ya duyduğu aşkla Allah’a kavuşan Mecnun, çölde Leyla’ya rastladığı zaman onu tanımamış değil mi?

   Romanda geçen bu kısım oldukça dikkatimi çekti ve bu konuda birkaç bilgi yazmak istiyorum..
   Leyla ve Mecnun ayrı değildirler, birdirler. Bir oldukları yerden birbirlerini severler. Sevene kadar iki kişi olan Leyla ile Mecnun, sevdiklerinde, Aşk olduklarında eke düşerler. Artık ortada ne o vardır ne de şu. Her şey Leyla, her yer Mecnundur onlara. Leyla ile Mecnun’da bir düşmanlık yoktur. Romeo’nun adı yine Romeo’dur.  Mecnun’un adı ise Kays’tır. Halkın gözünde Kays bir kız için çöllere düştüğünden dolayı kendisine deli, aklını kaçırmış anlamına gelen Mecnun demişlerdir. Günümüze de ağırlıklı olarak Mecnun diye bilinmektedir. Mecnun çöllerde kimsesiz yaşamış bir derbederdir. Mecnun aşkından tabiri caizse kör olmuş, maddi dünyayı terk etmiştir. Leyla, Mecnun’un çocukluk aşkıdır. Leyla ile Mecnun aşkında önce kadının ismi gelir sonra erkeğin. Rivayetlere göre Leyla çok da güzel olmayan kara kuru bir kızdır. Leyla ile Mecnun yalnız başlarına kendi aşklarının peşinden gitmişlerdir. Öteki dünyada inşallah kavuşmuşlardır. Mecnun başını kaldırdığında gördüğü şey Allah’tır. Mecnun aşkını çöldeki ceylanlara, aslanlara fısıldar, Allah’a anlatır. Leyla ile Mecnun ilahi aşka giden yolda beşeriyet sevgisinin nasıl helal yolda basamak olarak kullanılabileceğini örnekleyen en önemli hikâyelerdendir.

   Yavaş ve ürkek, biraz endişeli pek çok sevinçli bir adım atıyorum; Mehmet’in önüme açtığı büyük bir sevgi kapısıdır. Ben de sevebilirim tabiatı, insanları bütün yaratıkları… ve Yaradan’ı.. Ben de acaba; “Yaradan’dan ötürü” diyebilir miyim? Ben bu muhabbet ehlini layıkıyla geçebilir miyim?...’ syf 89

   Romanda geçen bir kesit de yukarıdaki gibidir. Buradaki “muhabbet” kelimesi üzerinde yoğunlaşmak istiyorum…

   Muhabbet, Arapça hubb kökünden gelir. Bu kelime sevmek, meyletmek, istemek anlamına gelir. 
Buğz kelimesinin zıddıdır. İnsan hoşlandığı, bildiği şeylere muhabbet duyar, hoşlanmadığı bilmediği, tanımadığı şeylere de buğz eder.

   Okuduğum bir kitapta, insanların arasındaki düzenin ancak muhabbetle sağlanabileceği yazıyordu. Muhabbetin olduğu insanların arasında adalet aranmazdı çünkü adalet hak aramaya yarardı. Birine muhabbet duyan insanlar ise sevdikleri için feragat eder ve ortada çözülmesi gereken bir hak meselesi kalmazdı. Ancak muhabbettin olmadığı yerlerde adalete ihtiyaç vardı. Muhabbet ikiliği ortadan kaldırır, adalet ise ikilik ortaya çıktığı için zuhur eder.

   Muhabbet ile ilgili pek çok hadis de mevcuttur:

  Allahü Teala buyurdu ki: Benim için birbirini sevenlere, benim için bir araya gelip oturanlara, benim için birbirini ziyaret edenlere, benim için birbirine verenlere muhabbetim vacibdir. (Hadis-i kudsi- Senaullah-i Pani Puti)

   Benim muhabbetim, benim yolumda birbirleriyle muhabbet edenler, halis sevgi gösterenler ve benim sevgim uğrunda harcayanlar için hak oldu. (Hadis-i şerif- Ramuz-ül- Ehadis)
Benim muhabbetim bir kulun kalbine girerse, Aziz ve Celil olan Allahü Teala, onun cesedini ateşe haram kılar. (Hadis-i şerif- Ramuz-ül- Ehadis)

   Muhabbete muhabbet denmesi, kalpte Allahü tealanın rızasından başka her şeyi mahv (yok) etmesindendir. (Ebu Said Eşec)

   Muhabbet edene muhabbet edilir. Seven sevilir, unutmayan unutulmaz. (Ali Hafız Efendi)

    Muhabbetten Muhammed oldu hasıl,
   Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl. (Bezm-i Âlem Valide Sultan)

   İnsanlar farkında değil ama günlük hayatlarında en mahrum kaldıkları şeylerden biri de muhabbet. Her şeyden konuşup da kalpten bir muhabbeti ıskalıyorlar. Dostça bir sohbet insanın mayasını taze tutar demişler. Muhabbeti çıkarında mayadan, ne dost kaldı ne de sohbet.

   İnsan bildiğini değil asıl inandığını özlermiş. Varlığını bilip de varamamanın özlemi başkadır. İnsan, içimizde bekleyen boşlukların sahibini özler. Hiç gelmeyen birisi özlenir mi? Belki de en çok onlar özlenir. Gidenlerin anıları acıtır. Ama hiç gelmeyenlerin özlemleri başkadır, tanımlayamadığımız bir boşluk bırakır insanın içinde. Sebebini bilmeyince ilacını da bulamazsın. Cümlelerin sonu gelmez, cümlenin ortasında hep çekip gidesin gelir. Bu kadar yanımızda ama bize uzak insan varken uzaklarda hiç duymadığımız birinin muhabbetine ihtiyacımız olması çok acı…

   Son olarak romanda dikkatimi çeken bir diğer husustan bahsetmek istiyorum. Yazarımız Emine Işınsu, romanı bölümlere ayırmıştır ve her bölümün başında Âşık Veysel’den bir dize yerleştirmiştir:

“İnsanlığa ibret cin
Kısım kısım kul yaratmış
Kimi yaya kimi atlı
Dünya şirin baldan tatlı
Eyvah balı tuza katmış” syf 7

“İnsanlığa ibret için
Kısım kısım kul yaratmış” syf 58

“Azgın azgın çağlayarak akarak
İnsafsızca tahrip edip yıkarak
Ne utandım ne kimseden korkarak
Kusur günah kirli renge boyandım” syf 96

“Kalbimde kadimdir gurbet korkusu
Gitmiyor burnumdan sıla kokusu” syf 125

“Uykuda dahi yürüyom
Kalmaya sebeb arıyom
Gidenleri ben görüyom
Gidiyorum gündüz gece” syf 192

“Güzelliğin on par’etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulamam
Gönlündeki köşk olmasa” syf 226

“Düşünülürse derince
Irak görünür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece” syf 304

“Veysel’in derdinin yoktur ilacı
Gurbetin dertleri acıdır acı
Biz gidelim sizler olun duacı
Döküp göz yaşları silen, elveda” syf 401

   Yazar kitabında her bölümünü Âşık Veysel’den bir dörtlükle nitelendirmiştir. Konu açılmışken biraz da Âşık Veysel’den bahsedelim:

   Âşık Veysel Şatıroğlu, 1894’de Sivas’ın Şarkışla ilçesinin Sivrialan köyünde dünyaya gelmiştir. Yedi yaşına bastığı 1901 yılında, çiçek hastalığı yüzünden gözünün birini kaybetmiştir. Daha sonra diğer gözüne de perde inmiştir; az da olsa gören bu gözüne bir sırığın batması sonucu bu gözünü de tamamen kaybetmiştir. İki gözü kör olan Veysel’e babası teselli olması için bir saz almıştır. Bu saz onun kurtarıcısı olmuştur. Saza dört elle sarılır. Komşuları Molla Hüseyin ona sazla ilgili her türlü yardımı yapar. Daha sonra da Ali Ağa’dan sazı dile getirmeyi, şiir söylemeyi öğrenir. Aynı zamanda da âşıklık geleneğini, usta âşıkların deyişlerini öğrenmeye başlar. Artık tek işi saz çalmak, bazı sözleri ve deyişleri dile getirmek olmuştur. Köye gelen halk ozanlarını dinlemek; onlardan yeni deyişler ve sazın inceliklerini öğrenmek onun için önem kazanır.

   Akranlarının savaş nedeniyle askere alınması, kendisinin ise kadınlar ve çocuklarla köyle kalışı ruhunda derin yaralar açar. 1927’den sonra kendini iyice yalnız hisseder. Yaptığı evlilikler ona yalnızlığını unutturmamaya yetmemiştir. Köyünden çıkmaya karar verir. Bir yakınının yardımıyla önce civar köylere daha sonrada Sivas’a kadar uzanır. Burada halktan büyük ilgi görür. Daha sonra Sivas’ta 1931 de âşıklar şenliğine katılması büyük ilgi görmense, ününün yayılmasına neden olur. Veysel, bir yandan usta malı deyişler okurken bir yandan da kendi deyişleri ile ilgi çeker.

   Bektaşi- Alevi bir çevrede doğup yetişmiş, gözlerinin sonradan görmez hale gelmesiyle de kendini düşünmeye, gözlerini içine ve kendine çevirip Tanrı’yı içinde görmeye başlamış olan Âşık Veysel, tasavvufa yönelmiştir. Ona göre güzelliklerin hepsi de Tanrı’nın güzelliğidir. Tanrı her zerrede vardır; zamandan ve mekândan münezzehtir; cihana, mekâna, devrana sığmaz; çünkü onların hepsi ondandır. 

Âşık Veysel’in tasavvufa yönelik yirmi beş şiiri vardır.

Kuşe-i vahdete çekilsem dursam
Mihnet-i dünyanın derdi bırakmaz
Feragat eylesem sohbetten sazdan
Sevdiğim güzelin virdi bırakmaz

Tahammül babında etsem kararı
Soldurmam gülümü kondurmam harı
Kin ile kibirden olaydım beri
Nefis var tamah var dördü bırakmaz

Çocuk olsam beleklere belensem
Memin olsam incelekten elensem
Mecnun olsam şu alemi dolansam
Anamın babamın yurdu bırakmaz

Şaşkın bir haldeyim nasıl eylesem
Bir dert ehli bulsam derdim söylesem
Başımı sevdadan halas eylesem
Gönül bu güzeli sardı bırakmaz

Hastayım derdimin yoktur ilacı
Tükenmez bir sevda bulunmaz ucu
Gönlümün mihrabı başımın tacı
Veysel ikrarını verdi bırakmaz
                                Âşık Veysel ( Uyguner, 1990:107).

*Yapmış olduğum roman tahlili tarafıma aittir. İzinsiz kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Emine Isınsu'nun Eserleri

Dil Göstergesinin Özellikleri

Dil Bilim ve Dil Bilgisi