Emine Isınsu'nun Hayatı Üzerine

   
   Emine Işınsu, babası Aziz Bey’in subay olarak görev yaptığı Kars’ta 17 Mayıs 1938’de doğmuştur. Annesi Erzurumlu Zorluoğulları’ndan Hürriyet Mücahidi Avnullah Kazimi Bey’in kızıdır. Annesi; tanınmış şair ve yazarlarımızdan Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984)’dır. Babası emekli tümgeneral Aziz Vecihi Zorlutuna’dır. Emine Işınsu’nun babası Bulgaristan Türklerine mensuptur. Kanunu çıktıktan sonra ailesi, anne tarafından Zorlu ismini ve babasının geldiği Tuna’nın birleşimiyle Zorlutuna soyadını almışlardır. Bir de ağabeyi vardır.

   Emine Işınsu’nun, çocukluk ve ilk gençlik yılları, anne-baba-ağabey baskısı içerisinde geçer. Bu sebepten yazarımızı olgunluk çağının tavır ve görüntüsü içerisinde daha iyi tanırız. Anne ve babasının memur oluşu sebebiyle küçük yaşlarındayken Urfa, Sarıkamış gibi Anadolu şehirlerini tanıma, gezme imkânı bulur. Sonraları bu iki şehir de ilk romanında (Küçük Dünya) yer alacaktır. Küçük yaşta annesi vesilesiyle şiirle tanışır. Halide Nusret Hanım küçük yaşta şiirler dinleyerek yetişmiş bir annedir. Bu yüzden de kendi çocuklarını da o şekilde yetiştirmek istemiştir. Emine Işınsu’nun da bu konuda üzerinde düşmüştür. Yazar kendisiyle yapılan bir mülakatta buna şöyle değinir: “Herkesin annesi garkı söylerdi. Benim kafamda çocukluğumdan kalma bir müzik yok, yalnızca yüksek sesle şiir okuyan bir hanım hatırlarım. Bu hanım Fuzulî, Şeyh Galip ve Mehmet Akif’i çok sever ve şiirlerini çok okurdu.” 

   Emine Işınsu o yaşlarda annesinden aruz veznini öğrenir. Ailece kapı çalışları bile aruzladır; kullandıkları vezinse, “müstef’ilâtün”dür. Anne son derecede romantiktir, gelenekler konusunda ise katıdır. Fakat Emine Işınsu’nun üzerine ağabeyinden daha çok düşmüş, ona daha katı kurallar uygulamıştır. Bu durum doğal olarak Emine Işınsu’yu sıkmıştır. Onların hareket noktası kız çocuğun ailenin namusu olmasıdır Ağabeyini daha çok serbest bırakmışlardır çünkü erkektir. Hem erkektir, hem ağabeydir, bu da geçerli bir sebep olmuştur. Yazarımız bu konuda içini üstü kapalı olarak şu şekilde dökmüştür:

   “Bir küçük kız hatırlıyorum sekiz-dokuz yaşlarında, hayatında İlk defa bir kukla gösterisi seyretmiş, eve dönünce hemen bez bebekler dikip, bir sahne kurmuş, başlamış kendi oyunlarına… Bu oyunları mühimsemiyorum.  Herhangi bir çocuk muhayyilesinin uydurabileceği şeyler. Küçük kızın merakı mühim. O, kuklalarını maddede küçük, manada büyük insancıklar olarak görüyor. Onlara bir sahne arkası hayatı yaşatıyor. O küçük, bir de sabah akşam, kuklalarına can versin diye Allah’a dua etmekte. Onlar canlansınlar ki, kuklacı onların yaşayışlarını gözleyebilsin; bir manada beraber yaşasınlar, bir manada onlara hakim olabilsin, kaderlerini çizsin!.. Bu arada duasının gücünden onca emin ki, ne zaman canlanacaklar diye kuklalarını gözlerken, bazen de kırlarda dolaşıp, çiçeklerin otların arasında, taşların altında bilhassa, “minik insan” avına çıkıyor!..” 


   Emine Işınsu’nun bu sözlerinden de yola çıkılacağı üzere yazarımızın hayal dünyası oldukça zengindir. Onun bu dünyası, romanlarında da Nur ve Mevsim olarak kendini göstermiştir.
İlk gençlik yıllarında bir sinema tutkusu vardır. Fakat bunun önünde de bir engel vardır: ağabey korkusu… Ayda yalnızca bir kere sinemaya gitme hakkı vardır ve hareketleri kısıtlıdır. Sinemaya gittiğinde ise yanında ya ağabeyi olmuştur ya da sinemaya ağabeyi tarafından bırakılmıştır. Yazarımız sürekli olarak ağabey ve baba korkusu ile tehdit edilmiştir. Okuyacağı kitaplarda bile ağabeyinin baskısı vardır; falanca kitaplar ahlâksızdır, okunmayacak, gibi.

   “Çok sıktılar beni, annem devamlı bir korku içindeydi, kız çocuğu olduğumdan. Gözüm dışarıya kaymasın diye. O korkuyu yaşadı, yaşıyordu, tabiî bana da yaşattı.” diyerek hislerini dile getirmiştir. Annesi sürekli olarak ‘sağa bakma, sola bakma, önüne bak’ sözlerini tekrarlamaktan vazgeçmemiştir. Emine Işınsu tüm bunları çocukluğunda yaşadığından kendi çocuklarına karşı bu şekilde davranmadığını görüyoruz. Biri kız (Elif) ikisi erkek (Yağmur ve Murathan) annesi olan Işınsu çocuklarına karşı aşırı serbest olmuştur. Çocuklarına karıştığı zamanda ise kendi boğazının sıkıldığını hissetmiş ve bunu yapmamıştır. Bu konuda Allah’a çok şükrettiğini, temkinli ve iyi çocuklar olduğunu sık sık dile getirmiştir.  Bu durumu “Ben anneme siz diyerek büyüdüm. Ama çocuklarımdan bana sen demelerini istedim” diyerek açıklıyor ve hatta o kadar samimiyet kurmuşlardı ki torunları Kağan “Işınsu” ve “Naber İskender” diyordu der.

   Biraz babasından bahsedecek olursak; Emine Işınsu’ya göre babası tanıdığı en olgun erkektir. Kızına karşı fedakar davranmıştır. Kıt kanaat geçiniyor olmalarına rağmen onu Ankara Koleji’ne vermiştir. Fakat bu konuda da abisi tarafından uyarı almıştır. Nedeni şımarık çocuklara uymaması gerektiğidir. Zaten Emine Işınsu öyle bir yetiştirilme tarzına sahip değildir ve pek çok arkadaşı ile geçim sıkıntısı yaşamıştır. Bu konuda şöyle der: ‘Onların yaşam tarzı, babam general emeklisi, annem öğretmen emeklisi, ama biz daima orta direk olarak kaldık ve bize tersti. Zaten kıt kanaat geçiniyorduk ve kıt kanaat beni kolejde okuttular. Takdir ediyorum ama arkadaşlarımla bu kadar uyumsuzluk hoş değil, onlardan çok farklıydım kolejde, o da beni rahatsız etti.’

   Anne-baba-ağabey müdahaleleri Emine Işınsu’yunun yakasını üniversite yıllarında da bırakmamıştır. Babasının zorlamasıyla hiç istemediği halde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydolmuştur. Dışarıdan yapılan müdahaleler, dışa dönük duyguları sanırlar ve romantik mizacın zenginliğini oluşturan dünyanın kapılarını aralamıştır. İlk kıvılcımlar, “İki Nokta”yı meydana getiren şiirlerle açığa çıkar. O henüz on yedi yaşında şair olmuştur. Devrin diğer edebiyatçılarının, misal Haldun Taner, övgüsüne mazur kalarak şiir yazmaya teşvik edilmiştir. Zaten evleri de o dönemlerde edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinin uğrak yeri idi. Bunların başında Orhan Veli’nin şiirlerine konu edindiği aşkı gelmiştir. Şöyle der: : “Orhan Veli, Nahit’e aşık olmuştu. Bize gelirdi. Müthiş bir kedi sevgisi ve aynı ölçüde alerjisi vardı. Bu yüzden evinin duvarları kedi resimleriyle süslüydü. İsmet Teyzem’in yazıları vardı. Teyzemle aramız iyiydi ancak kızı, kuzenim Pınar Kür’le görüşlerimiz pek uyuşmazdı. “


   Baskı ile yapılan bir üniversite eğitimi nasıl tamamlanabilir ki? Yarım bırakılan İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrenimi sonucunda daldan dala konmuştur. İşletme, felsefe, hukuk… Fakat bir sonuca varamamıştır. Romantik ama hareketli mizacı zorlayan bir sürü psikolojik sıkıntı; bütün bunlara rağmen inançlarıyla ayakta kalmayı başarabilen bir Emine Işınsu ile karşı karşıyayız. Tüm bunlara rağmen ailesini çok seven ve her fırsatta yücelten Emine Işınsu, çocukluk ve gençlik yıllarında çektiği sıkıntıları da unutmuyor: “Babam Harbiye öğrencisiyken Kurtuluş Savaşı sırasında cepheye sürülmüş. Kurmaylıktan değil çarpışarak paşa olmuş. Babam çok iyi bir insandı. Annemin kıskançlıklarını da idare ederdi. İyiymiş gibi görünürdüm ama annem ve ağabeyim çok canıma okudular.” 

   O sıralarda ilk eşi Mimar Erdoğan Cemil Okçu kendisine talip olur. Babasından üni­versiteyi devam ettirme şartı ile onay çıkınca, 1959 yılı sonlarında evlenir. O.D.T.Ü ’ni evlilikle birlikte yürütemeyeceğini anlar ve D.T.C.F’ nin Felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Felsefe öğrenimi sırasında, fakültenin tiyatro kürsüsü derslerini de takip eder. Ancak, evliliğin sorumlulukları, ilk çocuk, ardından ikinci çocuk derken; başlangıçtan beri sevdiği arzu ettiği felsefe tahsilini de yarıda bırakır.
Emine Işınsu, Ankara’da 1969-1970 yılları arasında İbrahim Metin isimli arkadaşının evinde ise ikinci eşi olan İskender Öksüz ile tanışırlar. Eşi ona iki kez evlenme teklifi etmiştir fakat ilkinde reddedilmiştir. İkincisinde ise Emine Işınsu’nun aklında nasılsa kısa sürecek, hadi evet diyeyim düşüncesi yatmıştır. Yüzük takmışlardır ve daha sonraları şahit olarak Orhan Veli’nin aşkı olan Nahit Hanım ve Prof. Dr. Erol Güngör’ü çağırmışlardır. Bekar oldukları için reddedildikten yüzükleri kendileri takmışlardır. Şuan çok büyük bir aşk ile birbirine bağlıdırlar. Şimdi tekrar o günlere dönelim. 1971’de evlenen Emine Işınsu ve İskender Öksüz, 1972’de Suudi Arabistan’dan gelen öğretim üyeliği teklifi üzerine bu ülkeye gitmişlerdir. Zaman zaman Türkiye’ye gelip gidiyorlardır. Ama öncesinde, Ankara’da Kader Sokak’taki komşuları arasında Alparslan Türkeş’in de aralarında yer aldığı ünlü isimler vardı. 12 Eylül’e giden süreçte, bu dostlarıyla evlerinde sıradışı olaylar yaşamışlardır.

   Biraz da eşinin çocukluğundan bahsedelim istiyorum. Çocukluğunun İzmir’inde 9 Eylül’leri ve dedesiyle ilgili anılarını unutamıyordu. İşgal yıllarında ailesinin çektiği acıları bilen İskender Öksüz, o yılları 67 yaşında bugün hala gözleri dolarak anlatıyor: “Bizimkiler Yunan isyanından sonra Mora’dan çıkıp Sakız’a geçen Karamanlılardan. Orası da elden çıkınca İzmir’e gelmişler. İzmir’in kurtuluşuyla çok hikayesi var ailemin. Katliamları yaşadıkları için 9 Eylül’de bütün köyler İzmir’e inerdi. Geçitteki süvarilerin atları, ayaklarını vurdukça şimşek gibi kıvılcım çıkar, halk ağlardı. Benim bile bugün anlatırken gözüm doluyor. Dedem çok nüktedandı. Kore Harbi’nin gelişmelerini birlikte takip ederdik. Namık Kemal’in Sakız Adası’ndaki kabrinin nakline katıldığı için kardeşime onun adını, doğduğumda Büyük İskender’in biyografisini okuduğu için bana da bu ismi koymuş. Ağabeyi Şeyh İlyas’tı.’’

   Dedesi Ahmet Öksüz, Demokrat Parti’li (DP) idi. Rozetini hiç çıkarmazdı. O kadar ki babaannesi, DP kapandığı gün şükredecekti: “60 İhtilali’ne en çok sevinenlerden biri babaannemdi. Bana evin avlusunda ‘Evladım, şimdi benim efendimin partisi yok mu artık diye sordu. Yok babaanne, dedim. ‘Yani seçim zamanı benim gidip de efendimin vasiyeti üzerine oy verdiğim parti yok mu artık’ dedi. Yok, dedim. ‘Oh be’ dedi, kendisi de DP’li olmasına rağmen o yaşta oy kullanmaya gitme zorunluluğunun kalkmasına sevindi.

   Sağlık açısından sıkıntılı bir çocukluk geçirmiş, bu yüzden ailesi onu hep el üstü tutmuştu. Zafiyet başlangıcı geçirmiştir. Mazhar ve annesi Radiye Öksüz, onun üzerine çok titremişlerdir.
Peki ama İzmir’deki çok zayıf ve sağlığı bozuk bir çocuk, nasıl Türkiye’nin sayılı bilim adamlarından biri haline geldi? Her şey, ortaokul çağında onda doğan bilim merakıyla başlamıştır. Neredeyse bütün popüler bilim dergilerini okumuştur. İngilizce’ye de ilgi göstermiş ve öğrenmiştir. Ailesi onun mühendis olmasını istese de temel bilimleri tercih etmiştir. Tercihi kimya olmuştur fakat fizik ve matematiği de iyidir. Birçok bursu da alnının akı ile kazanmıştır.

   Emine Işınsu eşinden ve annesinden dolayı hiçbir zaman iltimas görmek istememiştir. Hep güçlü, kendi ayakları üzerinde durmaya kararlı tavırlar sergilemiştir. Bir röportajında şöyle der: Annemden dolayı bir iltimas görmeyeyim diye, soyadımı bıraktım ve ilk iki ismimi kullandım; Emine Işınsu…’ 
Yazarımızın ailesi, çocukluğu ve ilk gençlik yılları bu şekilde geçmiştir.



   *Yazdığım kompozisyonun telif hakkı tarafıma aittir. İzinsiz kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Emine Isınsu'nun Eserleri

Dil Göstergesinin Özellikleri

Dil Bilim ve Dil Bilgisi