Emine Isınsu ''Hacı Bektas-ı Veli'' Roman Tahlili


   Hacı Bektaş-ı Veli

   IŞINSU, Emine, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Mart 2010, Ankara

   1. Olayın (vakanın) Özeti

  1228’ler olmalıydı, ilkbahardı; Kırşehir yakınlarındaki Sulucakarahöyük’te şimdiye kadar pek görülmemiş çılgın bir sağanak başlamıştı. Tam da o sırada İdris camiden çıkmıştı, camiye doğru yaklaşan bir karartı gördü. Kim olduğunu merak ederek yanına yaklaştı. Selamlaştılar. Hacı Bektaş-ı Veli'ydi gelen. Köye yerleşmek istediğini dile getirdi. İdris’in evinde misafir olacaktı. İdris’in yanına gelen köy sakinleri de Hacı Bektaş’ı misafir etmek istedilerse de İdris buna gönüllü olmadı. Hacı Bektaş sanki ona ilaç gibi gelmişti. Ağzından kelimeler dökülüp gidiyordu. Onu görünce bülbül gibi şakımıştı sanki. Eve gidince çok güzel ağırlandı. Aynı hissi Kadıncık ve Fatma da içlerinde hissetmişlerdi. Hacı Bektaş, bir tekke kuracağını dile getirdi ve kabul ettiler. Köylüler de kabul etti. Sadece köy sahibi Ferhat Ağa biraz huysuzluk etse de sonradan kabul etti. İdris ise savaşa gitti. Ölüm haberi geldiğinde Hacı Bektaş, üzülme geri gelecek dedi ve zamanı geldiğinde Hacı Bektaş’ın dediği gibi oldu. İdris, Bozat isimli at ile geri döndü. Herkes çok sevindi. Bu arada Hacı Bektaş, Kadıncık ile evlendi ve bir çocukları oldu. İsmi Ali Timurtaş idi. Hacı Bektaş’ın şanı her yere yayıldı. Artık herkes tarafından seviliyordu. Fazlaca mürit yetiştirdi ve ömrünü mutluluk, güzellik ve iyilik içerisinde geçirdi.

   2. Kişi Kadrosu

   a. Asıl Kişiler

   İdris: Cimri İdris derler. Hacı Bektaş-ı Veli’yi evine misafir olarak davet ettiği günden sonra hayatı her alanda değişmiştir.

   Fatma: İdris’in eşidir. Sessiz, sakin, kendi halinde ve misafirperverdir.

   Hacı Bektaş-ı Veli

   Kadıncık: İdris ve Fatma’nın biricik evlatlarıdır. Ona çok değer verirler. Düzenli, tertipli, akıllı bir kızdır. Romanın ortalarında Hacı Bektaş-ı Veli ile evlenir ve mutlu bir hayat sürdürmüşlerdir.

 Ali Timurtaş: Hacı Bektaş-ı Veli ile Kadıncık’ın biricik oğullarıdır. Eğitimine çok önem vermişlerdir.

   Yunus Emre

   b. Yardımcı Kişiler

Garip Ali
Dağlıların Ahmet
Gözükara Rıza
Çağrıcı
Bozat
Emre Efendi: Evlidir. Sorunları var. Derin biri. Daha önce mürit olmuştur.
Hatice
Çağatay Sarı İsmail
Buğra Emre
Satuk Resul Ali
Kutluğ Cemal Seyyit
Turhan Recep
Hasan Hüseyin Efendi
Fatma Ebe
Ahi Evren
Nurefşan
Tapduk Emre
Emin Efendi: Aşçıdır.
Hasan Kaptan
Sultan Muhammed Buhari
Nureddin Caca

   c. Kişiler Arasındaki İlişkiler

   Hacı Bektaş Veli – İdris: İdris’in Tanrı misafiri deyip kabul ettiği sonrasında da çok sıkı fıkı dost oldukları kesindir. İdris onu ilk gördüğünde içinden geçenleri, dertlerini, sıkıntılarını bir çırpıda anlatmış ve rahatlamıştır.

   Hacı Bektaş Veli – Kadıncık: Aralarındaki ilişki önce dostlukla başlasa da daha sonra birbirlerini sevmeye başlamışlardır. Aşık olmuşlardır. Daha sonra evlenirler ve çocukları olur. Birbirlerine her zaman yardımcı olan iki uyumlu eş olmuşlardır.

   3. Olayın Geçtiği Mekânlar

Zileliler Köyü
Kırşehir yakınları Sulucakarahöyük

   4. Zaman

   1228 ilkbahar ayları olarak belirtilmiştir.

   5. Anlatıcının Bakış Açısı

   Anlatıcı her şeyi bildiği göz önüne alınarak; ilahi bakış açısıyla romanı kaleme almıştır.

   6. Dil ve Anlatım Özellikleri

   a. Anlatım Türleri

   Romana, öğretici anlatım, tartışmacı anlatım hâkimdir. Aynı zamanda söyleşmeye bağlı anlatım (diyalog) türüne de yer verilmiştir.

   b. Dil ve Üslup Özellikleri

  Düşünce ve duyguların yüceliğine, anlamın sağlamlık ve doğruluğuna, sözcüklerin seçkinliğine önem verilmiştir. Aynı zamanda o dönemde kullanılan kelimeler romana ağırlık veriyor.

   7. Romanın Türü

   Roman tür olarak hem sosyal roman olarak kabul edilebilir hem de dini roman olarak ele alınabilir. Aynı zamanda Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatını ele almasından biyografik bir eserdir.

   8. Romanın Konu ve Teması

   Konu: Hacı Bektaş Veli’nin hayatı işlenmiştir.

 Tema: Hacı Bektaş Veli gibi önemli bir mutasavvıfın dervişliği öğretebilmek adına yaşadığı zorluklar göz önünde bulundurularak ilahi aşkın aşılandırılmasının ne derece zor olduğunu hem bize yansıtır hem de Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi mutasavvıflarımızın hayatını öğretir.

   9. Tasavvuf

 Emine Işınsu, romana ‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek başlamış ve saygılarını sunmuştur. Romandaki tasavvufi ögeleri incelemeye başlamadan önce Hacı Bektaş Veli hakkında ön bilgi vermek istiyorum.

   Asıl adı Bektaş olup büyük bir olasılıkla ölümünden sonra Hacı Bektaş-ı Veli diye ünlenmiştir. 13.yy Selçuklu Anadolu’sunda Babai hareketinin lideri Baba İlyas’ın çevresine, 14.yy da Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna; 16.yy da kendi adını alacak olan Bektaşilik tarikatının oluşumuna adı karışan Hacı Bektaş Veli’nin devrinin kaynaklarında hemen hiçbir şeyin iz bırakmadığına bakılırsa yaşadığı dönemde yaygın bir üne kavuşamadığı sonucuna varılabilir. Ancak Yeniçeri Ocağının ve Bektaşiliğinin piri kabul edilmesi ve Alevi-Bektaşi kesimlerinde bir iman esası olan güçlü konumu araştırmacıları ikilem içerisinde bırakmaktadır. Bu durum hakkında yetersiz tarihi bilgilerle menkıbelerin yarattığı çift yönlü şahsiyetinin birbiriyle örtüşmesinden kaynaklanmaktadır.

  Hacı Bektaş Veli’yi ancak kendi zamanından epeyce sonra yazılmış olan ikinci dereceden kaynaklardan incelemek mümkündür. Bu kaynakların en eskisi 14.yy ünlü sufilerinden Aşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi’nin Menakıbü’l Kudsiyye adlı menkıbevi aile tarihidir. İkinci kaynak vefatından yaklaşık yüz yıl sonra Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin torunu Ulu Arif Çelebi’nin emriyle Ahmet Eflaki tarafından yazılan Menakibü’l Arifin adlı Farsça eserdir. Diğer bir eser Hacı Bektaş Veli adına düzenlenmiş olup 15.yy son çeyreğinde kaleme alındığı kesin gibi görünen Menakibü’l Hünkar Hacı Bektaş-ı Veliydi. Eser 15.yy son çeyreğinde yazıya geçirilmiş olmakla beraber içerdiği bilgiler şüphesiz, Hacı Bektaş Veli’nin yaşadığı dönemden itibaren mensuplarının arasında ağızdan ağza dolaşarak 15.yy a gelmiştir.

   Hacı Bektaş’ın asıl şöhreti ve etrafında oluşan muazzam kült, onun vefatından sonra oluşmuştur. Bu kültün esas kaynağı da o zamanlar çok muhtemel olarak bir Haydari zaviyesi olan Sulucakarahöyük’teki dergahtır. Bu tarihi olay Hacı Bektaş kültürünün önce, hayatta iken bizzat Hacı Bektaş’ın da mensubu bulunduğu Haydari tarikatı dervişleri arasında ortaya çıkıp geliştiğinin ve onlar aracılığıyla her tarafa yayıldığını gösterir.

   Osmanlı gazileri aracılığıyla Hacı Bektaş’ı tanıyan Osmanlı sultanları yeniçeri ocağını kurarken gaziler arasında yaygın olan güçlü kült sebebiyle ocağı ona bağlamışlar, böylece Hacı Bektaş Veli’nin hatırası Osmanlı topraklarında giderek genişlemek suretiyle büyüyüp ünlenmiştir.

  16.yy’ın başlarına gelindiğinde ise Balım Sultan Haydarilikten ayrılıp Osmanlı hükümeti merkezinin desteğini de alarak Bektaşilik tarikatını Hacı Bektaş Veli’nin adına bugün bilinen şekliyle kurmuştur. Böylece Anadolu- Türk gayri Sünniliği, merkezine Hacı Bektaş-ı Veli’yi yerleştirerek oluşum sürecini fiilen tamamlamıştır.
Hacı Bektaş Veli’nin birkaç eserinden söz edilmektedir. En tanınmışı Makalat’tır. Arapça yazıldığı söylenir. Türkçe çevirileri birkaç defa basılmıştır.

   ‘…Çalap Tanrı’nın izni ile, şu zamanımızda ilim dili Arapça’dır. İnşallah belki bir gün de Türkçe olur ilim dili, o zaman Türkçe’ye çevirirler merak etme. Bir veli eğer diğer veliler ilim sahipleri de okusun istiyorsa, şu zamanda dili mecburen Arapça olacaktır. Yoksa İslam Âleminde okumadan önce diline bakar ve okumaktan vazgeçerler. Bu işler maalesef böyle yürüyor şimdiki zamanda. Fakat yıllar sonra hatta asırlar demeliyim, arkamızdan konuşacak olanlar kim bilir neler söyleyecekler…’ syf 105

  ‘…O gece Hacı Bektaş yemek yedikten sonra, Malakat üzerinde çalışmak için kendi odasına geçerken Kadıncık; ‘Hünkârım’ dedi, size bir şey soracağım ama öfkelenirsiniz diye çekiniyorum…’ syf 104

   Şathiye iki sahife kadardır. Öz Türkçe oluşu, döneminin dil özelliklerini göstermesi açısından önemlidir.

    Fevaid adlı eserden Baha Said Bey eski Türk Yurdu dergisinde yayımlanan yazılarında söz etmiştir.
Fuad Köprülü de bu eserden Hacı Bektaş’a ait olduğu konusunda kuşku bulunmadığını belirtir.
Makalat-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniyye adlı eserinden de Türk ansiklopedisinde bahsedilmektir. Ayrıca Hudename, Fatiha Tefsiri, Üssül – Hakika Besmele Tefsiri gibi eserlerinden birçok araştırmacı yayımladıkları çeşitli çalışmalarında söz etmektedirler.

   ‘…O sırada köylü konuklardan biri; ‘Efendim, gönül nedir ki böyle üzerinde duruluyor diye sordu; Kadıncık cevabı vermek üzere elini kaldırdı. Hacı Bektaş’ın yüzüne baktı. O başını salladı, Kadıncık bu kadar kişinin karşısında olmaktan biraz heyecanlanmıştı yine de inandığını güzelce ifade etti: ‘Gönül âlemlerin padişahı, Yüce Allah’ın nazargahıdır, yani insanda baktığı ilgilendiği yerdir. Aslında Çalap Tanrı ile her bir nesne arasında perde vardır. Ancak gönülle O’nun arasında perde yoktur. Bizim gördüğümüz bir et parçasıdır, ona kalp deriz. Bizi yaşatan organdır. O durursa, ölürüz deriz, amma gönül anlamında bu dünyada Yüce Allah’a yakınlığı itibariyle tektir ve Yüce Allah’a aynalık eder. Bu yüzden bizim aynamız olan gönlün tarafımızdan yıkanıp temizlenmesi gerekir. Onu en güzel yıkayan ise, İslamiyet ve onun neticesi olan güzel ahlaktır…’ syf 130-131

   ‘…Halifelerden eski İmam Rıza, bir el kaldırdı, Hacı Bektaş başını hafifçe eğerek onu konuşmasını işaret etti. Rıza konuştu; şöyle bilmek lazımdır ki iman akıl üzeredir. Akıl olmayınca iman da gider. Şöyle desek, yeridir: İman bir hazinedir. Hazinedar gidince hırsız hazineyi ne yapar?.. İman koyundur, akıl çoban!.. Çoban gidince kurt koyunu ne yapar?.. İman süt, akıl bekçidir. İblis ise köpektir ve bunların üçü bir evde barınmaktadırlar. Peki bekçi evi terk edince, süt bekçisiz kalır, köpek sütü ne yapacaktır?.. Bu misalleri, akılla imanın peş peşe olduğunu anlatmak için verdim. Acaba anlatabildim mi?...’ syf 131

   ‘…Hacı Bektaş gönle ve aşka verdiğimiz önem, seni şaşırttı galiba. Gönlü çok mühimsiyoruz. Çünkü yolumuz gönül yoludur dedi ve ilave etti: Koca bir gönül olmadan yolda yürüyebilmek olmaz!.. Fakat bu önemseme asla bir inkâr değildir. Bilmemiz lazımdır ki, yeryüzünde akıl Rahman’ın terazisidir. Dünyada akıl terazisinin ehemmiyeti tartılamaz. Mesela iyi ile kötüyü bilen ve ayıran akıl terazisidir. İyiyi seçen, akıl terazisidir. Şeriatın birinci makamı iman, ikinci makamı ise akılla kavranan ilimdir. Sonra bildiğiniz beş şart gelir. Unutmayın ki bütün nesneler gönül ile, gönül ise bilgi ile dirilir. Sonuca varırsak, bir kişide akıl, marifet, ilim olmazsa Hak’tan yana nasıl yol alıp yolunu nasıl görecektir?.. Ve eğer alimler olmazsa, Yüce Allah’a giden yolu kim, nasıl fark edecektir?.. İşte bütün bu soruların cevabı; Yüce Allah tarafından bize lütfedilen aklın ne kadar şükredilecek bir varlık olduğunu ortaya koyar. Şöyle derler ‘Gönül şehrinde iki sultan vardır; bir Rahmani, diğeri şeytani. Rahmani sultan akıldır. Ancak Yüce Allah’ın yolunda yetersizdir. Bu yolda ondan daha Yüce kudretler vardır. Ama bu Yüce kudretlerin insan hayatındaki bekçisi yine akıldır; tıpkı çok kıymetli bir sürüyü daha az kıymetli bir köpeğin beklemesi gibidir bu…’ syf 114

   Kitapta adı geçen bir diğer kişi Yunus Emre’dir. Ondan da bahsetmek istiyorum:

   Anadolu 13.yy da karışıklık içindedir. Devlet otoritesi yoktur. Moğol akınları, beylikler arası savaşlar, yağmalar, kıyumlar sürüp gitmektedir. Bütün ekonomik ve siyasal bunalım dönemlerinde her yerde görülen dini inançların güç kazanması Anadolu’da da kendini gösterir. Çaresizlik içinde bulunan Anadolu insanı da gözlerini yaşadığı dünyadan ötelere çevirip, mutlu olmanın yolunu başka âlemlerde aramaktadır.

   13.yy da Anadolu insanının tasavvufa tarikatlara yönelmesinin diğer bir nedeni de din adamlarının zorla vergi alan, halkı soyan devlet adamlarının yanında yer almaları ve bütün bunların din adına yapıldığını söylemelidir. Tarikatlar zorba devletin karşısında sevginin, hoşgörünün, bağışlayıcılığın mistik mekânları olarak yer almaktadır. Bir yandan insanların imkânlar ölçüsünde maddi ihtiyaçlarını karşılamış, bir yandan da gerçek mutluluğun ‘aşk’la Allah yoluna girmekle ve Allah’la bütünleşmekle bulunabileceği inancını yaymıştır.

   Yunus Emre’nin doğduğu ve yaşadığı yer konusunda kesin bilgi yoktur. Kimi araştırmacılar Sakarya yakınlarındaki Sarıköy’de kimleri Karaman’da kimileri de Aksaray’ın Ortaköy’e bağlı Sarıkama köyünde yaşadığını ve orada öldüğünü ileri sürmektedir. Doğum tarihleri ve ölüm tarihleri tartışmalıdır.

   Efsanelere ve özellikle Bektaşi ‘Velâyetnamesi’ne’ dayanarak Yunus Emre’nin yaşamı şöyle özetlenmektedir: Yoksul bir köylü olan Yunus, bir kıtlık yılında Hacı Bektaş sultanın Kırşehir yakınlarındaki dergaha varıp buğday ister. Yolda topladığı alıçları da hediye olarak götürür. Hacı Bektaş bu gönlü yüce köylüye dervişlerinden biri aracılığıyla ‘Buğday mı verelim, nasip mi?’ diye sordurur. Yunus, üç kez yinelenen bu soruya her seferinde çoluk çocuğum aç bilaç onu beklediğini ileri sürerek ‘buğday’ cevabını verir. Ne var ki buğday alıp köyüne dönerken hata ettiğini anlar, dergaha dönüp ‘nasip’ istediğini söyler. Kendisine, nasip anahtarının Tapduk Emre’ye verildiğini gibi ona kapılanması gerektiği söylenince gider, Tapduk Emre’nin dergahına girer.

   Tapduk Emre’nin dergâhında nasibini almak için kırk yıl hizmet eder. Dağdan tekkeye odun taşırken hep dümdüz odunlar taşır. Dervişlik mertebesine erişince Tapduk Emre ona nasibini verir. Asasını pencereden fırlatıp ‘Bu asa nereye düşerse git, orada Allah’a kavuş.’der. Yunus, yıllarca ilahiler söyleyerek Anadolu’yu gezer ve bu asayı arar. Şeyhinin asasını Sarıköy’de bulur. Eline aldıktan kısa bir süre sonra orada ölür.

   Yunus Emre’nin dünya görüşü ağırlıklı olarak tasavvuf felsefesinden beslenir. Bu felsefede Allah vücut-ı mutlak ezeli ve ebedidir. Gerçek ve hayali bütün güzellikleri içerir (hüsn-i mutlak). Evrende, insanda içsel olarak bulunan ‘varlık ile yokluk’, ‘gerçek ile hayal’, ‘iyilik ile kötülük’ Allah’a ulaşabilmek için gösterilen çabalarla yapılacak tercihleri yansıtır. İnsan mademki Allahla bütünleşmek amacındadır, öyle ise bu dünyada yaşarken de mutlaka sevmeli ve sevilmelidir. Beşeri aşk, ilahi aşka giden yolda önemli bir aşamadır. İnsan ancak Tanrısal aşkın ışığında gerçeğe ulaşır.

Ben yürürem yane yane aşk boyadı beni kane
Ne akılem ne divane gel gör beni aşk neyledi

Geh eserem yiller gib geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi gel gör beni aşk neyledi

Akar sulayın çağlaram derdlü ciğerüm dağlaram
Şeyhüm anuban ağlaram gel gör beni aşk neyledi

Ya elüm al kaldur beni ya vasluna irdür beni
Çok ağladdun güldür beni gel gör beni aşk neyledi

Ben yürürem ilden ile şeyh soraram dilden dile
Gurbette halüm kim bile gel gör beni aşk neyledi

Miskin Yunus biçareyem baştan ayağa yareyem
Dost ilinden avareyem gel gör beni aşk neyledi
                                    Yunus Emre (iz-kut), C.1, 1985: 281

   ‘…Havayı yumuşatmak isteyen genç bir hanım, Efendimiz dedi, Tabduk Emre Hazretlerinin müridi olan Yunus Emre diye bir şair var, onun bir dörtlüğünü okumak isterim, izin verirseniz..
Tabii kızım buyur.
Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın?
Aktın yine kanlı yaşım, yollarımı bağlar mısın?
N’idem elim ermez Yâre, bulunmaz derdime çare?
Oldum ilimden avare, beni bunda eyler misin?....’ syf 169

   ‘…Bak Yunus Emre iyi düşün, getirdiğin alıcın her bir tanesi için iki himmet veririm. Himmet, nedir bilir misin, kulun bir şeyi elde etmek üzere, kalbinin bütün gücüyle Yüce Çalap Tanrı’ya yönelmesidir…’ syf 123-124

   ‘…Tapduk Emre’ye göndereceğim; onun müridi olabilmek için, önce sabrı bilmesi gerek.. Bilirsin Emre’yi; ne kadar önem verir sabra, bu yolda sair, onun da geç öğrendiği bir şeydi, lakin öğrendi. Yunus Emre de öğrenecek elbet…’ syf 126

   ‘…Yunus kendine geldi; Yüce Allah’a yakardı; ‘Ne olur Rabbim, ne olur çağırsınlar; bağışlandığımı söylesinler artık.’ Bu artık ‘Bir bakıma’ yetti gayri demekti ve şüphesiz bu kadar saatten sonra Yunus böyle yakarmıştı… Lakin derviş olacak olanın, şu şartlarda ‘yetti artık’ demeye hakkı var mıydı? Hacı Bektaş, buna hakkı olmadığını düşünüyordu; insan olarak Yunus’un şu saate kadar çektiklerine gönlünün kanamasına, Nur’a olan aşkına rağmen, bir süre daha dayanması gerekiyordu, taa ki nefsi bir nebze susabilsin, sahibini bunca perişan etmekte yetersizleşsin. Şüphesiz Yunus, Tabduk Emre’ye pek kıymetli bir armağan olarak gidecekti buradan…’ syf 127-128

   Kitap bu ünlü mutasavvıfların hayatı üzerine kuruludur. Öğretici bir kitaptır.

   Tasavvuf, İslam dininin doğuşundan iki yüzyıl kadar sonra ortaya çıkmış, örgütlenme döneminin ardından tarikat ve tekkeler aracılığıyla yayılarak yüzyıllar boyunca İslam dünyasında etkisini sürdürmüş bir düşünme ve yaşama biçimidir. Tasavvuf düşüncesini şekillendiren, kimlik kazandıran ve yönünü belirleyen asıl inanç İslamiyet ve onun gerektirdikleridir. Işınsu kitapta şu şekilde yer vermiştir: 

   '…Şimdi cemaat, İmam Hasan Efendi’yi saymazsak dört beş kişiden ibaretti. Camiye gelmekte, şüphesiz İdris, başa çekmişti. O, Allah’ın camide kılınan namazlara, daha çok sevap yazacağına inanırdı, daha doğrusu öyle olmasını umut ederdi. Çünkü İslam’ın beş şartı içinde, yalnız namazla aşinalığı vardı, mamafih, ‘çok şükür!’ sık sık Kelime-i Şahadet getirir, hava nasıl olursa olsun, namazını mutlaka camide kılar –kılmayanları ayıplar- orucu tutmaz, hali vakti yerinde olmasına rağmen zekâtta eli cimrileşir ve hacca gitmeyi aklından bile geçirmezdi…’ syf 11

   ‘…Namaz bittikten sonra, hemen yanına yaklaşıp; ‘Hoş geldin yolcu, dedi, nereden gelip nereye gidersin?’
Adam ona gülümseyerek baktı ve sağ elini kalbinin üstüne götürüp, selam verdi; ‘Kırşehir’den geliriz, dedi, adım Muhammed Bektaş, itiraz etmezseniz, sizin köye yerleşmek dileriz, artık sizin köylü olmak isteriz. Bize Hacı Bektaş derler, hacc vazifemizi de yapıp geldik şükür…’ syf 15

   ‘…İdris, şöyle geçelim deyip, imamdan en uzak köşeyi işaret etti: ‘Bir şeyler anlatacağım sana.’ Oturdukları zaman İdris sesini epey kısıp; ‘Eh, dedi, lafın doğrusunu söylemek lazım; önce şunu itiraf edeyim, beni camide buldun ama, dinle imanla fazla ilgim yoktur. Haa beş vakit namazımı hem de camide kılarım, bunu aklından çıkarma!.. Orucu da tutmaya birkaç defa niyetlendim ama ki tutamadım, ben de vazgeçtim niyetimden, tabii babamın zamanında çocukken, gençken tutardım da hep zor gelirdi artık anlayıver!... Neyse bunu köylüye söyleme, çünkü ben onlara ‘Allah nasip ederse tutacağım’ diyorum, her Ramazan her Ramazan. Neyse ben şimdi bunları neden anlatıyorum ki sana?!... Allah Allah, içimden her bir şeyimi sana anlatmak geçiyor, Allah Allah!...’…syf 17-18

   ‘…İdris onu duymamış gibi; Hacım, dedi, hala ayaktasın, neden oturmazsın?
Mahzuru yoksa abdest alayım.
Mutfaktaki yalağın başında İdris ibrikle su döktü, Hacı Bektaş abdest aldı, Fatma Kız kurulanması için peşkir verdi. Odaya geçince İdris sordu: ‘Daha akşama çok var neden şimdi aldın abdestini?’
‘Adet etmişim bir kere, hep abdestli olmak isterim…’ syf 23

   ‘…Buraya gelirken, Kırşehir’de onda misafir kaldık, Rahman ondan razı olsun. Sana bir de güzel bir haberimiz var, sizin ustalardan bazıları yakında döneceklermiş buraya…’ syf 16

   ‘…Hiç olur mu, dedi İdris, doğrusunu demek lazım; onun zamanında ben değil, köyün bir adamı bile orucunu kaçırmadı, köyün zenginleri hacca gitti, herkes zekâtını verdi, kimse şeraitten bir takım uzaklaşmadı kızım, yani senin anlayacağın şeriat konusunda çok sertti babam, o dolaşan çıplak kafalı dervişlere falan da hiç yüz vermezdi…’ syf 28

   ‘…Güzel… Sevgiyi yaşayabilelim ki, ondan aşkla ulaşabilmek mümkün olsun. Aşkın yolu da sevgiyi öğrenmekten geçer. Sevgi öğrenilebilir. Bizlerin ibadetleri; kıldığımız namazlar, çektiğimiz tespihler, tuttuğumuz oruçlar, yapabildiğimiz nafile ibadetler ve hatta edeble ışıyan huylarımız ve davranışlarımızın hepsi, hepsi ‘aşk’ a hazırlık içindir. Yüce Allah’a duyulan aşk anlatılmaz, yaşanır. Seninle O’nun arasında sırlardan bir sırdır ve nice nice nesiller geçse de aşka ulaşabilenler bunu anlatamaz… O sadece yaşanır. Hemen Allah, cümlemize nasip etsin, Amin…’ syf 58

 ‘…Büyük Allah’ıma, hameder; Cemal kardeşime de Allah razı olsun diye dua ederim..’ syf 53

   ‘…Çok şükür İslamiyet, kullara zorluk yüklemez, yattığın yerde gözlerinle, yani ima yoluyla pek ala kılarsın namazlarını. Haa abdest almayacaksan bir kap içindeki temiz yerden alınmış toprağa teyennüm etmen mümkün…’ syf 206

   ‘…Adı söylenen, sağ elini kalbine basıp ‘Selamünaleyküm’ diye selam veriyor, Güzelce Ahmet de aynı şekilde hafifçe eğilip elini kalbinin üstüne koyarak, ‘Aleykümselam’ diye cevap veriyordu…’ syf 45

   ‘…Eve varınca, köylü kadınlarının birçoğunu oturmuş, tesbih çekerken buldu, o da bir tesbih alıp duaya katıldı. Vefat edenin ardından yetmiş bin ‘Tevhid’ çekmek farz değildi fakat uzun zamandan beri bir gelenek halini almıştı…’syf 54

   ‘…Evet, olur, çünkü bizler cahil sayılmayız…. Ancak bizler ve herkes Allahımızın bizlere lutfettiği akılla donanmışızdır. Bu aklı kullanmak insan iradesi dahilindedir. O halde son nefesimize kadar öğrenmek, bilmek zorundayız. Sadece dini konuları değil, insana ait her şeyi ve üzerinde yaşadığımız dünyaya ait her şeyi, imkanlarımızı da zorlayıp öğrenmek durumundayız. O zaman Kur’an’ın anlamı bizlere daha çok açılacaktır, emin olun… Şimdi bir soru, bu dünyaya neden geliriz, bilir misiniz?..
Çok düşündüm ama kendimce makul bir cevap bulamadım, dedi Kadıncık.
Sarı, ‘Allah’ın bir kısmeti değil midir?’ diye sordu.
Öyle ancak, Yüce Allah, yaratılışta kendi nefesi ile insana nefes verdikten sonra o, olgunlaştı. Bütün kötülüklerden ve cahilliklerden arındı ve insan, tam O’nun istediği gibi bir kul oldu. Fakat sonra Rahman bizleri aşağının aşağısına dünyaya indirdi. Ayeti hatırladınız mı?...’ syf 55

   ‘…Evladım, eğer Yüce Allah’ın yap dediğini yapar, yapma dediğini asla yapmazsan ölümden korkacak bir şey yoktur. İyi bil ki o zaman, buradakinden çok daha güzel bir dünyaya gideceksin demektir. Genel olarak bu böyledir. Aslında ölüm iki türlüdür, çünkü bazılarının gönlü bazılarının teni ölüdür. Gönlü ölenlerin bu dünyada da rahatları yoktur, şeytan onları ele geçirmiştir, olmadık vesveseleri yükler. Bu hayatta yaralıdırlar, şeytan izin vermediği için, neden yaralı olduklarını da bilmezler. Bunları bekleyen kötü son bellidir. Hayatta tenleri ölüp de gönülleri ölmeyenler âşıklardır, mü’minlerdir. Bunların güzel sonları da bellidir. Ancak sakın sakın dinleri ve vatanları uğruna şehit edilenleri asla ölü sanmayın, Yüce Allah katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar…’ syf 166

   ‘… Casiye suresinde şöyle bir ayet vardır: Kim ki Salih bir amel işlemişse, kendi lehine; kim ki kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur. Sonunda Rabbinize döndürüleceksin. Bir kere bu ayeti bellekte tutalım; öyle tutalım ki, herhangi bir kızgınlık anında, hemen hatıra gelsin, sakinleşelim… Sonra bu kızgınlık, öfke ne demek oluyor?...’ syf 171

   ‘…Sen işlerini Yüce Rahman’ın gözleri önünde namusunla, doğrulukla, dürüstçe yaptıktan sonra ne derlerse desinler hiç aldırma! İşlerinin başına ister oğlunu, ister kızını geçirirsin bu senin fikrin. Senin kararın! Elaleme ne bundan.. Hiç kimseye bir şey izah etmek mecburiyetinde değilsin.. Kendin bilmezler konuşur, bunlara da hiç aldırmamak lazım. Mühim olan işçilerin hakkını yememektir. Bunu da zaten yapıyorsun…’ syf 202

   ‘Yüce Yaradan’a ve yarattığı her şeye duyulması lazım gelen aşk ve edep. Aşk dedikleri; Yüce Allah’ın kendi has odunudur ki o odunun ocağı, erenlerin gönlüdür. Böylece aşk ve edep, yani terbiye işin başıdır. Sonra iyilik, doğruluk, bilgi, çalışmak, merhamet, sabır, hoşgörü, yumuşaklık telkin ederek müridinin gönlünü her türlü kirden; gıybetten, yalandan, haksızlıktan, kinden öfkeden arındırır. Bu yaptığı evlatlarının gönül temizliğidir. Kâinattaki cennetin, insandaki karşılığı temizlenmiş gönüldür…’ syf 37

   ‘…Öyle olmalı, dedi İmam, ‘Baksana hava aydınlanıyor gibi’ bir köşeye çekilip elindeki risaleyi okumaya başladı…’ syf 17

   '…İdris eliyle ‘Boş ver.’ gibi bir hareket yaptıktan sonra, dedi ki: ‘Onların Türkmenliği mi kalmış, onlar Fars uşağıdırlar! Bırak onları; dediğin gibi şimdi Türkmen’in içinden Baba İlyas diye bir Şeyh çıkmıştır da soyunun hak ve hukukunu arayacaktır.’ ‘Hakkı’ bilirdi de hukuk biraz karmaşık geliyordu. Adam, aynen böyle söylemişti, galiba fıkıhla ilgili bir şeydi
‘…Allah’ım ne büyük bir şey; sen beni kayık kıl, Rabbim ne olursun Senin yoluna girdim, ben zavallı kulunu, bu yola layık kıl…’ syf 43

 ‘…Bizler, kendi idrakimizle, iyiyi ve kötüyü güzeli ya da çirkini, olumluyu ya da olumsuzu, bu liste uzar gider, görüp, işitip bildikten sonra, seçme özgürlüğümüz girer devreye, evet bu zıtlardan birini kendi irademizle seçeriz. Bu seçim bizi ya o verilen ilahi nefese layık kılar, ya da kılmaz. İşte layık kılmadığı takdirde bizler o aşağıların aşağısına tam anlamıyla yaraşmış oluruz. Demek ki elde edeceğimiz iyi, doğru neticeler; ciddi bir çalışmanın, anlayabilmiş olmanın semeresidir, sonucudur. Yüce Yaratan bize her imkânı sunmuştur. Bizden beklenen çalışmak; sorup öğrenmek, okuyup öğretmektir, bilmektir vesselam… Yoksa kötü sonuç elde ederiz…’ syf 56

 ‘…Evet öyle söyledim, sevmeyi bilmek sevebilmek Yüce Allah’ın kullarına bir armağanıdır, bu armağanın kıymetini bilmek lazım, sevmeyi bildiğimiz kadar, Rahman’a yakın oluruz. Yüce Yaratan’ın bizleri sevmesini ister miyiz?...’ syf 57

   ‘…Yeni müridlerden biri sordu: Efendim, Yüce Allah’ı gün içinde çeşitli işlerin arasında böyle sık sık anmak bana sanki O’na karşı yapılan saygısızlıkmış gibi geliyor yanılıyor muyum?
Hayır, saygısızlık değil bilakis her fırsatta O’nu anmak O’nu hatırlamak; hareketlerimize, davranışlarımıza, doğrudan bize yansır, Yüce Allah’a saygıda ve sevgide kusur etmemiş oluruz. Ayrıca bu hatırlayış, bu anış kişiyi mutluluk derecesinde memnun eder. Onu daha temiz kılar, hareketlerinde, davranışlarında daha dikkatli olmaya sevk eder. O kişinin Yaratan’a ve kendine güven duygusunu, sevgi duygusunu arttırır…’ syf 64

 ‘…Bak Ferhat Ağa, senin yolunla bizim yolumuz o kadar birbirinden ayrı ki, söyledim biz dünya işleriyle öyle fazla ilgilenmeyiz, ancak insanları ve dünyayı anlamaya çalışırız, çünkü bu ikisinin de Yüce Allah tarafından yaratıldığın biliriz. Çalap Tanrı ile ilgili her şey, bizi ilgilendirir bittabi. Lakin yaratılmışların işlerine asla karışmayız. Sadece doğru yola, bilirsin Fatiha suresindeki ‘dosdoğru yola’ çağırırız…’ syf 83

 ‘…Olmaz olur mu Ferhat Ağam, vardır elbet, en başta zulüm ve haksızlığa karşı çıkarız. Yalana dolana, hasetliğe, ikiyüzlülüğe, gıybete, dedikoduya, kine, öfkeye, bunlar gibi şeylere karşı çıkarız; ancak kılıçla ya da hançerle değil, konuşa konuşa! O kimsenin gönlüne, aklına, fikrine göre hitap ederiz. Haa şunu da söyleyeyim ki, kaç zamandır bu köydeyiz, senin zulmettiğini haksızlık ettiğini işitmedik. Demek zulmetmez, demek adamlarının haklarını korursun…’ syf 85

 ‘…Bana göre bu imkânsız efendim. Çünkü ben size beslediğim aşkla, yolunuza girdim, hamd ederim ki yolda ilerliyorum ve sizde bulduğum aşkla Çalap Tanrı’ya aşık oldum. Çocuğumu elbet severim, elbet çok severim ama öyle bir aşkla değil…’ syf 97

  ‘…Zaten kalabalığız sorularınıza kısa cevaplar veriyorum… Şükür Yüce Yaratan’a teşekkür etmektir. Ne yazık ki, bazen insanlar, arkadaşlarına teşekkür etmekte kusur etmeseler de, O’na şükretmeyi unutuverirler!.. Oysa sonsuz nimetleri bize armağan eden, bizleri koruyup esirgeyen ancak Yüce Tanrı’dır. Onun için şükür kılmak sizlerden nimetimizi arttırmak O’ndandır. Ve O der ki; ‘Şükrederseniz muhakkak arttırırım, ama nankörlük ederseniz, bilir; azabım çok çetindir.’ Hamd de bir şükürdür, lakin şükürden farkı vardır. O der ki, ‘Hamd, yalnız Allah’adır. Evet, Yüce Allah’a şükür edersiniz, size bir iyilik eden kula da  teşekkür edersiniz. Hamd edemezsiniz. Ancak alemlerin Rabb’ine hamd edilebilir…’ syf 98

   ‘…Güzel sordun evladım dedi, madem aklına takıldı, dilimiz döndüğünce anlatalım; Aşk dedikleri, Allah u Teala’nın Kendi ateşidir ki bütün alemi tutup durur. O ateşin ocağı da erenlerin gönlüdür. Aşk gönle hareket getirir. Yakar da yakar. Buna muhabbet ateşi de denir. Sevgiyi bilirsin değil mi?...’ syf 165

  Ahilik; eski Türk töresinden kaynaklanan ve Anadolu’da 12. yüzyıldan itibaren yaygınlaşarak özellikle şehirlerde, esnaf, zanaatkâr ve çiftçi gibi bütün iş kollarını içine alan, belli ilkeler ve törenler etrafında, kardeşlik esasına göre toplanmaya ‘Ahilik’ adı verilir. Ahiliğin iş kollarında düzeni ve kaliteyi sağlamak gibi işlevlerinin yanı sıra güçsüzleri korumak ve zorbalığı önlemek gibi ortak amaçlar etrafında oluştuğu bilinmektedir. Günümüzde Ahilik geleneğinin uzantısı olarak Türk Halk Kültürü’nde ‘Delikanlı Başı, Yiğit Başı, Yarenlik’ gibi adlarla pek çok delikanlı örgütü ve derneğinin kırsal yöremizde varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Bu tür geleneksel örgütlenmeler, günümüzde diğer işlevlerinin çoğunlukla kaybetmiştir, sadece düğün törenlerinin düzenlenmesinde faaliyet göstermektedir.

   Ahi kelimesi ise Arapça olup ‘kardeşim’ anlamına gelmektedir. Orta Çağ’da esnaf ve sanat ehlini teşkilatlandıran, dini loncaların o devre göre yardımlaşma ve dayanışmayı sağlayan dini kurumun yöneticisi. Her esnaf bölüğünün bir şeyhi olur, bu şeyhe ahi denir ve bu teşkilat fütüvvet teşkilatı diye anılırdı. Fütüvvet ehli birbirlerini kardeş tanırlar, çok sıkı bir disipline uyarlardı. Bu şehirdeki ahilerin başlarına Ahi Baba, Ahi Şeyh denirdi. Ahilik, Orta Çağ’ın, dini ve biraz da tasavvufi manada bir teşkilatı idi; birçok sanat kolunu da içerisine alıyordu. Emine Işınsu da bu konuya romanında yer vermeden geçmemiştir: 

   ‘…Ancak doğrusunu da demek lazım; ben bildim bileli, hiçbir yabancı gelip de bu köye yerleşmedi. Ama baak, köyden Kırşehir’e gidenler oldu. Kırşehir’de bilmem namını işittin mi, Ahi Evren diye Ahiliğin kurucusu, bir Ahi şeyhi vardır…’ syf 15-16

‘…Kadıncık da gülümsedi ve yemenisini düzelttikten sonra; ‘Bunları, dedi, yani söylediklerinizi Ahi Evren sohbetlerinden de öğrenmekteyiz, ancak o ‘olgunlaşmak’ demiyordu. ‘Yüce Allah’ın istediği insan olmak’ diyor. Zaten ikisi de aynı kapıya çıkıyor değil mi? Olgun olmak ve Allah’ın istediği insan olmak!...’ syf 32

   Şaman sözcüğü, Mançu-Tunguz dilinden gelmektedir. Tunguzca şaman, saman; Mançu dilinde sama’dır. Türk kavimlerinde ise saman sözcüğü “kam” sözcüğüne karşılık gelmektedir. Türk doğacılığının sembolü, Şamanizm’dir. Şamanizm bir din değil, büyü sistemi olarak yerleşip yayılırken, Türkler, daha önce mevcut olan atalar lüktü, tabiat kültleri ve Gök Tanrı inancını, Budizm, Maniheizm gibi dinlerin bazı inanç ve merasimlerini benimsemişlerdir. Budizm, yaklaşık 2500 yıl önce, bugün Buda olarak bilinen, Prens Siddhata Gotama’nın 35 yaşında bir uyanma ve aydınlanma yaşaması ile doğmuştur. M.Ö. VI yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan Budizm, Hindistan’ın dışında M.Ö. III. yüzyılda yayılmaya başlamıştır. Zerdüşt tarafından kurulmuş olan Zerdüştlük İran’ın milli dini olmuştur. Bu dinin kültürel geçiş alanı üzerinde bulunan Türk ülkelerinde de etkili olduğunu söylemek mümkündür. Mani dini, Mani tarafından kurulmuş evrensel karakerli bir dindir. Hristyanlık başta olmak üzere; Mazdeizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden birçok unsuru içine almakta, bu açıdan da senkretik bir karakter taşımaktadır. Hristyanlık, Türklerin dini tarihlerinin belli bir döneminden temas ettikleri evrensel ve büyük dinlerden biridir.  

   ‘…Tarikatının, yani yolunun inançları daha ziyade çok eski çağlardan kalmış, çok Tanrılı devirlerden seçilmiş Türkmen inançları ile Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Maniheizm, biraz Hristyanlık derken hepsini karıştırıp bir yemek yapmış, üstüne de tuz niyetine az biraz İslamiyet eklemiştir.’
İdris bir duraladı, sonra gülümsedi; ‘Yemeğin tadını getiren de tuzdur zati.’ dedi, kendi şakasına güldü bir süre, sonra; ‘Bak Hacım, dedi; birçok şey saydın ama ben Hristyanlıkla, Şamanlık’tan başkasını pek anlamadım. Sen şimdi uzun lafı kısa et; söyle bana, bu adam Hazret-i Muhammed’e mi inanır yoksa Hz.İsa’ya mı?...’ syf 20

   ‘…Ali Timutaş ancak on yedi yaşından sonra ana babasının ve Bektaşilik yolunun kıymetini takdir etmeye başladı. Artık mürit toplantılarına kesintisiz katılıyor ve çıktıktan sonra her zaman at koşturmak gereğini duymuyor fakat derin düşüncelere dalıyor. Sonra bu düşüncelerini babası ve annesiyle paylaşıyordu…’ syf 206 – 207

   ‘…Zümrütler köyünden biri; ‘Mesela siz Efendim dedi, almadan vermenin en güzel örneğisiniz; müritlerinize biz ziyarete gelen köylülere hiç üşenmeden doğru yolu yolumuzu anlatıyorsunuz, Bektaşiliği anlatıyorsunuz…’ syf 109

   En önemli tasavvuf terimleri doğrudan doğruya Kur’an’dan alınmıştır ve Kur’an iyi, güzel ve doğru olanın peşindedir. Şöyle geçer: 

   ‘..Kızın akıllıca sorusu hoşuna gitmişti Hacı Bektaş’ın, gülümseyerek karşılık verdi; ‘Biz sadece olanı özetlemiştik, olmakta olan ise öğrenmek her olaydan, her kişiden kendine gre bilgiler edinmek, bunun için, senin şimdi yaptığın gibi akıllıca  sorular sormak, edindiğin bilgileri mutlak kafa, gönül ve yapabiliyorsa Kur’an süzgecinden geçirmek, insanlara mutlaka hoşgörü ve sevgiyle yaklaşmak ve burası çok önemli; o insanları hiç yargılamamak ancak bilgisi daha üstünse onlara öğretmek ve sakın sakın gönül kırmamak, aynı zamanda karşısındakinin bilgisi üstünse, ondan öğrenmek…’ syf 32

   Mürid, tasavvufta, iradesini Allah’a teslim etmiş, tarikata girmiş, suluka, manevi yolculuğa başlamış kişidir. Mürşid, irşad eden, doğru yolu gösteren rehberdir. Doğru suluku tamamlamış. Hilafet, icazet almış kişi. İrşada yetkili kılınmış kişi. Çoklukla şeyhle aynı anlamda kullanılmaktadır. Makam itibariyle çok yalnız olsa bile irşada ermeyen kişi mürşid olamaz. Çünkü müritleri o yetiştirecek, tarikatın geleceğini onun eğitimi belirleyecektir: 

   ‘…İdris, bütün dikkatini toplayıp, Hacı Bektaş’ın yüzünü tetkik etti. Bir kısa süre sonra dedi ki; şimdi lafı uzun etmeden, kısacık ve de açıkça söyle bakayım bana; bu velilik, şeyhlik efendim müritlik ne menem iştir? İyi para getirir mi, yok getirmezse ne yiyip ne içeceksin?...’ syf 34

   ‘…Elimi öpmeden önce geçmiş bütün günahlarına tövbe etmen gerekirdi, ziyanı yok, Allah izin verirse; Kırşehir’den beş tane mürit olmak isteyen delikanlı gelecek, eli kulağında yarın olmazsa, öbür gün gelirler. Onlar da tam mürit değil çünkü merasimlerini burada tekkemizde yani yapılacak olan tekkemizde yapacağız, sen de aralarına katılacaksın…’ syf 35

   ‘…Bir de kazanç meselesini sormuştum İdris Efendi, dedi Hacı Bektaş. ‘Önce şunu söyleyeyim şeyhlerin ve müritlerin hemen daima bir meslekleri vardır. Çalışıp para kazanırlar. Ancak burada ziraat yapmak, buğday ekip biçmek, elde edilen mahsulü kullanmak ve fakir fukaraya dağıtmak; daha mantıklı olacak gibi. Bakacağız. Efendim bekâr olan dervişler ki, biz ona ‘Mücerret derviş’ deriz. Tekkede yatar kalkarlar, kazandıklarının ihtiyaçları dışında hepsini o tekkede para işleri ile sorumlu kim varsa ona teslim eder. Biz de bu işi aşçı başı yürütecek. Bazı müritler evli ve çoluk çocuk sahibi olabilirler. İhtiyaçlarından dolayı her zaman muntazam para ödemeyebilirler, kimse ona ‘neden ödemedin?’ diye sormaz. Bizim yolumuzda aşçıdır para işlerine bakan… Arada bir de tekkenin bulunduğu mıntıkanın zenginleri, hayır işlemek için, yahut sırf Allah rızası kazanmak için tekkeye bağış yapabilirler. Fakat en iyisi tekkenin kendi tarlalarının bulunması; tarlalarda ekseriya şeyh başta olmak üzere bütün müritler çalışmak zorundadırlar… Hep beraber bahçeyi, tarlayı, eker biçer; elde ettikleri üründen önce muhtaçlara dağıtırlar, eğer bu buğdaysa mesela tekkenin ambarı olur, yıl boyu isteyene vermek ve tekkede ekmek yapmak için kullanılır. Bu ambar büyüktür ve içi buğday çuvalı, un çuvalı doludur. Burada da Allah izin verirse tarla satın alıp müritlerin hep beraber ekip biçmeyi öğrenmelerini istiyoruz ki insanın en çok ihtiyacı olan şey undur, buğdaydır. Eli açık tekke diye ün salmamız iyi olur ki, ihtiyacı olanlar bize gelebilsinler, diye düşünmekteyiz. Bu köy için değil yalnız, civar köylerin, şehirlerin fakir fukarasına yetişmeliyiz… Ancak demin de söylediğim gibi bizim yolda aşçı sorumludur, paradan, alışverişten. Veli bu işlerle ilgilenmez…’ syf 36

   ‘…Evet sesi kesildiğine göre gidebiliriz camiye, şimdiki sorusuna cevap vermiştim demin; bir veli Yüce Allah’a yaklaşma yolunda müridinin rehberidir, onun yardımcısıdır. Müritleriyle tek tek ilgilenirken, onları manevi bakımdan yükseltmeye çalışır. Onların gönülleriyle ilgilidir. İç dünyalarını kuvvetlendirir başta aşk ve edep…
‘…Efendim diye sordu, yeni hanım müritlerinden biri; tevhit çekerken mecbur olarak biri ile konuşmak zorunda kalsak sonra da zikrimize devam etsek olur mu?
Olur, arada konuştuktan sonra zikrine devam edebilirsin, ancak bunu bir adet haline getirme…’ syf 63

   ‘…Gayet tabii, kendi köyünüzde yaşayıp bana mürit olabilirsiniz, lakin yolda takıldıklarınız olursa ki olur, bir zahmet buraya gelip sorarsınız: Tövbe’ye gelince Kur’an’ı Kerim şöyle söyler: ‘Çok samimi bir dönüşle Allah’a tövbe ediniz. Kul kötü halden dönünce tövbe veren Allah’ın kendisidir. Onların tövbe etmeleri için Allah onlara teveccüh buyurdu. ‘Şimdi ey inananlar mü’min kullar; öyle tövbe etmek gerekir ki, onda tereddüt ve şüphe olmasın. Yine tövbeyi öyle yapmak gerekir ki, fayda getirsin. Çünkü tövbe etmek pişmanlıktır. Pişmanlığın esası budur ki, yetmiş yıllık günah bir özre değişilir; tövbe ederken mümkünse vücudunuz ve elbiselerinizle temiz, pak olun, kıbleye dönüp, günahınızı hatırlayın ve çok içten bir tarzda samimiyetle tövbe edin, isterseniz tövbeden önce Allah rızası için iki rekât namaz kılın, bu daha iyi olur. Fakat sonuç olarak; temiz olun, samimi olun. Bu iki husus da pek önemli. ‘Hacı Bektaş, karşısındaki adamlara tek tek baktı, hepsi başlarını önlerine eğmişlerdi, hepsinin aklından geçirdiği kendi günahları vardı, pişmanlık içindeydiler... Hacı Bektaş devam etti. Ey Mü’minler şimdi tevekkülle özre önem verin ki, hatalarınız az yüzleriniz ak olsun. Her zaman af dilemek sizden, kabul etmek Yüce Allah’tandır. Unutmayın, Kitap’ta söylendiği gibi ‘tevekkül eden kimseye Allah yeter’…’ syf 97-98

   ‘…Anlatayım, önce insan niçin bir yola girer de şeyhine mürit olur bunu soralım ve çünkü diye cevap verelim, o kişi şeriatın kullarına uymakla yetinmeyip, onlara devam ederken onlardan biraz daha derine inmeye, Yüce Allah’a daha yakın olmaya ihtiyaç duyabilir, bunu bir çeşit gönül daralması olarak hisseder, kendisine yol gösterecek bir veli aramaya başlar, şaşkın ve heyecanlıdır… Ama rastladığı herhangi bir veliye yapışabilir ki bunu hemen yapmaması gerekir, e onu yakından izlemesi; sözlerine kulak vermesi, mizacını anlaması gerektir, çünkü bu kişi Yüce Allah’ın celal sıfatıyla sınıflanmışsa çabuk öfkelenir, yufka kalpleri kırabilir, eğer öylesini arıyorsa, ona sığınabilir bittabi, onun yolunu izler.. Yok eğer o veli Yüce Allah’ın cemal sıfatı ile sınıflanmışsa; hemen öfkelenmeyeni hatta hiç öfkelenmeyen gülümseyen, yumuşak konuşan, konuşmalarıyla karşısındaki sarıp sarmalayan, ona pek çok özgürlük tanıyan bir kişi de olabilir, yahut ikisi ortası bir mizaca da sahip olabilir. Yani mürit olmak isteyen kişinin de ne aradığını bilmesi lazım gelir. Şu iyidir, bu kötü mizaçlıdır diyemem, tümü de Yüce Allah’ın muhtelif sıfatlarıyla sınıflanmışlardır çünkü. Eh şeyhlerden bahsettik, biraz da müritlerden bahsedelim şimdi; mürit, ilki ‘mutlak mürit’ bu kişi odur ki; her türlü halde, şeyhine ‘Niçin?’ diye sorup delil istemez ona mutlak itaat eder, nedenini niçinini sormandan. İkincisi mecazi mürit. Bu da görünüşte şeyhinin istediği gibidir. Fakat içten kendi istediği gibi olur. Üçüncüsü; dönek mürididir. Dönek mürit odur ki şeyhinin kendi sevmediği, beğenmediği, bir halini görünce ondan yüz çevirir. İşte bunlar genel olarak mürit tipleridir. Tarikata gelince ilk makamı pirden el almak, ikincisi; o güne kadarki geçmiş günahlarına tövbe etmektir. Bizim yolumuzun üçüncü makamı; saç kesmek, tıraş olmak, elbise değiştirmektir. Çünkü Kur’an ‘başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak Mescid-i Haram’a, yani Kâbe’ye gireceksiniz.’ der.
Hacı Bektaş bir nefes alıp durdu, kendisini dinleyenlere baktı, hepsinde anlattıklarına bir ilgi sezdi. Memnun olup, devam etti; Tarikatın dördüncü makamı nefis savaşında olgunlaşıp pişmektir. Kur’an’ımız der ki, ‘Öyleyse o ateşten sakının ki, onun odunu insan ve taşlardır.’ Nefis ateşinden sakınmak, onunla içte bir savaş yürütmek gerektir. Nefis nedir?: Şüphesiz benliktir. Kur’an der ki ‘ Benliğini temizleyip arıtan gerçekten kurtulmuştur.’ Ve yine der ki, ‘Nefsimi ak pak gösteremem. Çünkü nefis Rabbimin merhamet ettiği durumlar hariç olanca gücüyle kötülüğü emreder. Ama Rabb’im çok affedici, çok esirgeyicidir. Bir başkası; nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye ısındırdı da o da diğerini öldürdü. Böylece hüsrana uğramışlardan oldu. ‘Evet daha böyle nefisle ilgili ayetler vardır. Fakat bu üçünde de görüyorsunuz ki, eğer benliğinizle içten ve sıkı bir mücadele yürütmezseniz siz pişman olursunuz. Nefislerinizi başınızın üstünde taşımayın. Ayaklarınız altına alın ve onu mutlaka temizleyip arıtın. Alçak gönüllü edin. O size hükmetmesin, siz ona hükmedin. Bir ayet daha hatırladım, şöyle; ‘İyilik ve güzellikten sana her ne ererse Allahtandır. Kötülük ve çirkinlikten sana ulaşan şeyse kendi nefsindendir. Biz seni insanlara bir Rasul olarak gönderdik. Tanık olarak Allah yeter.’ Şimdi tarikatın beşinci makamı; hizmettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyuruyor: Hizmet eden kimse, himmet bulur. Altıncı makamı korkudur. O halde hemen Allah’a kaçın küfrü ve inkarı bırakıp imana gelin. Yedinci makam ümit etmektir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin der Kur’an. Sekizinci makam; hırka, zenbil, makas, seccade, yüz taneli tesbih, iğne ve asadır. Nitekim biz, ilk beş müridimize bunları vererek yolcu ettik. Çünkü bunlar azizdir, azizlere verilir. Dokuzuncu makam; mekan sahibi, cemiyet sahibi, cemaat sahibi, nasihat sahibi, Muhammed sahibidirler. Yani Allah onları, onlar da Allah’ı aşkla severler.. Onuncu makam; aşk, şevk, sefa ve fakirliktir. Fakirlik, dünyanın her türlü malı, mülkü ile ilgisini kesmektir. Kur’an’dan duası, ‘Ya Rabbi! Bana Müslüman olarak ölmeyi nasip eyle, beni sarih temiz kullarının arasına kat dır. Bu makam candır, biz gönle can deriz. Bu makamda kişi tam bir gönül olmuştur, can olmuştur. Eğer Allah’a ulaşırsa sevinmek, oynamak, zevk ve şevkle hareket etmek şaşılacak şey değildir. O hareketler Yaratan’ın dostluğu içindir. Helaldir. Çünkü ilahi nasiptir. Her kime nasip olursa bunu belirtmelidir. Yüce Allah daha iyi bilir…’ syf 100-101-102

   ‘…Mürit olmaya hak kazanmış bir insan önündeki yolda ürüyebilmek için sabra muhtaçtır çocuğum.- Hacı Bektaş dikkatle Rıdvan’ın gözlerinin içine baktı ve konuşmasına devam etti; şu dakikadan itibaren azimle karar ver sabırlı olacağına, buna ciddi bir şekilde çalışacağına..’syf 99

    ‘…İdris bir miktar velisini taklit ederek, ‘Şimdiii’ diye başladı. Geçen günkü toplantıda sen üç türlü mürit vardır, dedin.
Evet, mutlak mürit, mecazi mürit, dönek mürit anlatmıştın bunların hallerini.
‘Evet anlattın velim, ben de oturup şu senin müritlerini gözden geçirdim; inanmazsın içlerinden kaçı mecazi kaçı dönek çıktı. Yani demem odur ki başta ben olmak üzere sana ancak birkaç tane mutlak mürit kaldı. İsimlerini de elindeki kâğıdı gösterdi; işte buraya yazdım…’ syf 103

   ‘…Hünkârım derler ki ‘Bir müridin yetişebilmesi, Hz. Ali’nin manevi yardımları ile mümkündür’ bu iddia doğru mudur?
Yüce Allah’ın bir kula sevgi duyması için; ahlak, edeb, ibadetler üstünlüğünün yanında velayet yoluna da sapmış olması tercih edilir. Böyle bir yolun rehberi de şeksiz şüphesiz Hz. Peygamberdir. Peygamber Efendimiz; velayet yolunun feiz ve hidayet kaynağı olarak Hz. Ali’yi görevlendirmiş ve arkasından gelecek kendisinin vekili olan velilere de Hz. Ali’yi işaret etmiştir…’ syf 64

   ‘…İşittim ki; bunun için de arada sırada karanlık bir hücreye çekilip kırk gün çok az bir yemek ve suyla yetinip vaktinizi dua etmekle geçirirmişsiniz.
Doğrudur. Bu söylediğinin ismi ‘halvete girmektir.’ Vakti zamanı geldiğinde her mürit halvet zevkini yaşayacaktır. Bir müridin, kaç gün, nasıl, ne şekilde bir halvete gireceği, velisi tarafından, o kimsenin huyuna suyuna, meşrebine, dayanma gücüne göre ayarlanır. İlle de şu kadar vakit, bu kadar yemek ve su, diye kesin bir halvet zamanı ve yiyeceği yoktur. Kırk gün ise genellikle müritlerin istedikleri dayanabildikleri halvet müddetidir. Her şey müridi alıştıra alıştıra olur, baştan üç günlük bir haftalık gibi süreler de konabilir…’ syf 84

   ‘…Kadıncık bir çeşit sınav heyecanından, hemen hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Hünkarının sözünü kesti ‘Efendiciğim burada iç alemle savaş demek nefsimizle yaptığımız savaş demektir.’…’ syf 144

  ‘…Çıkan Osman’ın ardından hafifçe nemlenmiş gözlerle baktı Hacı Bektaş. Düşündü sanki daha dün gibiydi, buraya gelişi; İdris’in onu evlerine götürmesi, Kadıncık’ın o rahat, içten halleri… Burada ilk müridi olmuştu. Tekkenin, şunun bunun inşaatları... Ve derken ilk halifeler.. Sonra öbürleri…’syf 152

  ‘…Düşüncelerinin arasında Kadıncık’ın sesini işitti, birden soruvermişti Hacı Bektaş’a; Siz de bir veli misiniz? Fakat İdris’i asıl şaşırtan, öbürünün cevabı oldu, biraz mahcup ve usulca verilen bir cevaptı bu; ‘Evet, Yüce Allah, bize bir vazife verdi; mürit yetiştireceğiz…’ syf 33

   ‘…Hacı Bektaş genç müridinin verdiği sırrın üstünü örtmek için, alelacele; ‘Bu bir mana’ sorusudur Aziz Efendi…’ syf 110

   Tarikat; “tarik”, yol anlamındadır. Sufilere göre dinin bir dış yüzü bir de iç yüzü vardır. Dış yüzü şeriattır. Din ve şeriat semavi emirlerin tamamıdır. Bunlar; inançlar, ibadetler ve dünyaya ait işler olarak üç bölüme ayrılır. Dinin iç yüzü ise “biliş, görüş ve oluş”un gerçekleşmesidir. Buna “hakikat” denir Şeriattan hakikate yapılan yolculuğa “manevi yolculuk” bu yolda yürüyene de “manevi yolcu” ya da “salik” denir. Her tarikatta bu manevi yolculukta müride önderlik eden şeyhe “mürşid” denir. Mürşide biat edip tarikate giren kişi de “salik” sayılır. Şeyh, sülukunu bitirmiş kişidir. Halifeden bu mertebeye erdiğine dair “icazet” almıştır.  Tarikat, terim olarak mürid veya sufiyi Allah’a götüren yollar anlamındadır. Bu tanımdaki yol, tasavvufi eğitimi ve Allah’a ulaşma yolculuğunu anlatır. Ayrıca tarikatların ve kurucu şeyhlerin tarz ve neşvelerini de anlatır. Tarikatların ortaya çıkışları 12.yüzyıldan sonra olmakla birlikte bir yaşama biçimi olarak kaynakları İslam’ın ilk dönemlerine, Hz. Muhammed’in hayatına kadar uzanmaktadır. Kitabımızda tarikat ve şeriat ile ilgili yerler geçmektedir:  

   ‘…Doğrusu şeriat da, tarikat da yol anlamını taşırlar. Şeriat uzun geniş bir yoldur, tarikat da ondan çıkan tali bir yol. Biliyorsun, hedef; Yüce Allah’a daha çok yakınlaşmak olduğu için bizler şeraitin emrettiğinden daha fazla ibadet ederiz. Bunlara nafile ibadetler denir. Ayrıca, ahlakımızı düzeltmeye, iyi, doğru, haksever, çalışkan ve bilgili olmaya, hoşgörülü, yumuşak kalpli sonu olmayan bir edeple edeplenmeye, Yüce Allah’ı ve her yarattığını sevmeye şu dünyanın geldi gittisi ile uğraşmaya, mümkün olduğu kadar hatta ‘mümkünü de zorlayarak’ nefsimizi terbiye etmeye çalışırız…’ syf 84

   ‘…Efendim, üç yıldır imamlık etmekteyim, dokuz yaşından beri şeriati harfiyen takip ederim, fakat artık içim daha fazlasını, şeriatin ötesini, yani üstünü tam kelimeyi bulamadım, af buyurun, derini, Yüce Allah’a daha yakın olmayı istemekte; dört elle sizin evlatlığınıza kabul edilmek, eteğinize yapışmak istiyorum. Vallahi imamlık yetmiyor…’ syf 59

  ‘…Oysa Kadıncık, şeraiti de içine alan ve fakat onun üzerinde, ötesinde; kendini Allah’a yakınlaştıracak bir yol peşindeydi. Bu yolun; içindeki karmaşaya bir yön vereceğini, onu bütün adiliklerden, gündelik dünyaya ait meselelerinden sıyırıp çıkaracağını, gönül çırpıntısına ve göğsünde yanıp duran, bu hali ile de genç kıza eziyet eden bir şeye; duyguya belki düşünceye, belki ikisine birden merhem olacağını umuyordu. Arayışlar, umutlar içindeydi ve Rahman, bugün onun yüzüne bakmış, kendisine yardım edecek birini yollamıştı…’ syf 43

   Yesevilik, Ahmet Yesevi tarafından Maveraünnehir’de Melametiyye okulunun kolu olarak kurulan bu Türk tarikatı, kısa zamanda konar-göçer Türk boylarının sosyo-kültürel yapılarına uyarlanmış, eski Türk inanç ve gelenekleriyle karışmış bir mahiyet kazanmıştır. 12.yüzyılın ortalarından itibaren Türkmenler arasında yayılmıştır. Baba, dede veya Ata ünvanlı Yesevi dervişleri İslam inanışlarını yüzeysel bir biçimde yorumlayıp müritlerine sunmaktaydılar. Yesevilik göçebe Türkmen çevrelerine adapte olarak sade ve içten bir halk tasavvufu haline gelmiştir. Kitapta şöyle geçer: 

   ‘…Hacı Bektaş ciddileşmişti. ‘ Bu zat, Allah sırrını kutsasın, yine Rahman sırrını kutsasın, Ahmet Yesevi Hazretlerinin ki o , Türk velilerinin birinci halkasıdır, Türk tarikatlarının hepsi onun öğretisine dayanmaktadır. Kendisine Hazreti Türkistan da denir, onun öğrencisidir Lokman Perende, biz altı, yedi yaşımızdayken, onun mübarek ellerine teslim edildik. O zamanlar Hazret çok yaşlıydı, doksanını çoktan geçmişti fakat kendisinde öyle bir kafa ve öyle bir gönül vardı ki asla kocamıştı denilemez. Yani biz Yesevilikten beslenmiş bir aciz kuluz. Yüce Rahman’ın verdiği görevi, şeyhimizin gönderdiği toprakta yapmaya çalışacağız…’ syf 33-34

   Hz. Muhammed, peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü, insanların en efendisi ve en mükemmeli olarak nitelendirilir. Hz. Muhammed, İslam dininin kurucusu ve Kur’an-ı Kerim’in indirildiği peygamberdir.

   Kainattaki en büyük olay Hz. Muhammed’in dünyaya gelişidir. Dolayısıyla onun dünyaya gelişi sırasında bazı olağanüstü olaylar meydana gelmiştir. Hz. Muhammed’in doğduğu gece bir yıldız parlamış ve Yahudi alimler bu yıldızdan Hz. Muhammed’in doğacağına inanmışlardır. Medayin’deki Kisra Sarayı’ndan on dört burç çatırdayarak yıkıldı. Peygamberimizin doğduğu haberini aldılar. Bu aynı zamanda İran saltanatının da kalkacağına işaretti. Altmış yedi yıl sonra İran, İslam devletleri topluluklarına katıldı. Kabe’deki putların pek çoğu kendiliğinden baş aşağı yıkıldı. Hz. Muhammed kısa zamanda Kabe’yi putlardan temizledi. İstahbarat’ta bin seneden beri yanmakta olan Mecusilerin kocaman ateş yığınları bir anda sönüverdi. Mecusiler bu ateşleri kendilerine ilah kabul etmişlerdi. Ateşlerin sönmesi ile Hz. Muhammed putperestlik gibi, ateş perestliği de ortadan kaldırdı.

   Hz. Muhammed’in gerçekleştirdiği söylenen pek çok mucize vardır. Mesela Hz. Muhammed’in Kureyş kabilesinden bazıları, mehtaplı bir gecede ondan mucize istediler. O da parmağını aya uzatınca iki parça oldu. Peygamber bir gün eshabı ile beraber Hüdeybiye’ye geldi. Orada su olmadığını haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber, yanında mevcut bulunan sudan abdest aldı. Parmaklarından çeşmeler gibi su akmaya başladı. O sudan hepsi içtiler. Peygamberin gerek çorak kuyudan veya yerden su çıkarması, gerek az olan suyu çoğaltması hususundaki mucizeleri çoktur. Sahabeden birinin Medine’deki evinde bir acı su kuyusu vardı. Peygamber birkaç kere içine tükürdü; acı su tatlı oldu. Ayrıca Peygamberimizin hayvanlarla konuşması da mucizeleri arasındadır. Peygamber, bir gün Kabe’nin kapısı önünde otururken, ayağını köpek ısırmış biri geldi. Hz. Muhammed derhal yerinden kalkıp köpeğin yanına gidince köpek kuyruğunu sallayarak söz söylemeye başladı. Peygamber, onları niçin ısırdığını sorunca köpek de onların Ebu Bekir ile Ömer’e düşmanlık ettikler için Allah’tan onu bunlara musallat kıldığını söyler. Kitaptan kesitler şunlardır:
  
 ‘…İdris bir hayli düşündü sonra kararını verdi, kaşların çatıp son derece ciddi bir ifadeyle; Hz. Muhammed’e inanıyor, dedi, aklında sultanlık falan gibi dünya işleri yok! Çünkü buraya bizleri çağırmaya gelen er kişi ‘Baştaki adamın bu dünyada gözü yoktur, o zaten yukarıya karışmış bir insan, yüksek merhametinden, Allah’ın rızası için, Türkmen’in tarafını tutmaktadır. Çünkü zaten şeyh olmuş, bu dünyanın değil öte tarafın adamıdır’ dedi… Anladın mı, ben doğrusu o çağrıcıya çok inanmadım, hiç gülüp söylemeden ciddi ciddi konuştu. İşte benim diyeceğim de bu kadar, uzunu kısa ettim…’ syf 20

   ‘…Böyle dersen kendine, olmaz İdris Efendi!.. Bil ki kötü söylemek kötüyü, iyi söylemek de iyiyi çağırır; bunu bileceksin, ona göre düşünüp konuşacaksın. Peygamberimiz, hep iyi görür; iyiyi, güzeli söyleriş. Bir gün sahabeden birkaç kişiyle yolda yürüyorlarmış. Bir köpek leşi görmüşler. Yanındakiler, burunlarını tutup öf pöf edip kaçarlarken, Peygamberimiz ‘Ne de güzel dişleri varmış bu hayvanın.’ demiş, bunun üzerine Hz. Ali utanıp dönmüş, sevabına leşi sürükleyip bir yere gömmüş. Sonra o da yavaş yavaş her şeyin iyi ve güzel tarafını görmeye başlamış…’ syf 24-25

   ‘…Çocuklar gibi hayvanlar da bize Yüce Allah’ın lütfettiği emanetlerdendir. Hal böyle olunca elbet emanete hıyanet etmemek gerekir. Aksi halde günaha gireriz. Yemeğinde, suyunda çok dikkatli olduğunuz gibi, onları güzellikle, iyilikle muamele etmeniz lazımdır. Tıpkı çocuklarınız duyduğunuz şefkati hayvanlara da duymanız lazımdır. Hayvan dövülmez, hayvan kırbaçlanmaz…’ syf 57

   
 ‘…Hacı Bektaş birden kızdı, sertçe konuştu: ‘Estağfurullah, estağfurullah!.. Ne haddime, ne kudretime!.. Hz. Peygamber gelmiş geçmiş ve gelecek olan bütün insanların içinde tektir, mükemmeliyetin tek örneğidir. Haşa! Yolumuz önce şeriat sonra tarikattır. Çünkü Hz. Peygamber son Peygamber, dinimiz son dindir. Kitabımız son kitaptır! Ve bunu böyle bilmeyen kafirdir!.. –Sesi biraz yumuşadı. Ferhat Ağa dedi, değil biz, sadece ‘Müslüman’ım’ diyen şeraitin beş şartına uymaz ise, tabii hacc konusu o kişinin para durumu ile ilgilidir, evet şeraitin beş şartına uymaz ise iman etmiş sayılmaz!. Yüce Allah’a inanmak imandır, Yüce Allah buyruğunu tutmak da imandır. O’nun yapma dediğini yapmak ise, O’na inanmamaktır. Açıkça söyleyeyim bize göre yolumuza göre ameli olmayan kimse, iman etmiş sayılmaz. Bizler önce şeriat sonra tarikat marifet ve hakikat deriz ve bu makamlarda ilerleyen kişi bir önceki, iki, üç önceki makamlarını da beraberinde taşır, tümünün görevlerini de, sorumluluğunu da üzerine alır. Onun içindir ki bu yolda ilerleyen kişi yükümlülüğü azalan değil çoğalandır. Tekrar ediyorum onun içindir ki, bu yolda ilerleyen kimse göğsünde koca bir gönül biz ona ‘can’ da deriz, evet koca bir can taşır…’ syf 81-82

   ‘…Efendim Peygamber Efendimiz’in, halifeler arasında en çok Hz. Ali’yi sevmiş olduğu doğru mudur?
Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi bir kardeş belki de bir evlat olarak görmüştür. Bu yüzden ona sevgisinin biraz daha fazla olduğu düşünülebilir. Fakat tabii doğrusunu Yüce Allah bilir. Unutmayın, Hz. Peygamber dünyaya, büyün insanlara bir rahmet olarak gönderildi. Sadece insanlara değil yaratılmış olan her şeye büyük sevgisi vardı. Hz. Peygamber ve halifeleri bir el gibi düşünürsek; Peygamberimiz baş parmak, diğerleri sırasıyla Hz. Ebubekir şahadet, Hz. Ömer orta, Hz. Osman taharet, Hz. Ali’yi de küçük parmak olarak değerlendirebiliriz. Mühim olan dört halifenin de Kur’an ve sünnetin ışığında tek bir elin parmakları gibi birbirleriyle uyun içinde vazife yapmış olmalarıdır…’ syf 62-63

   ‘…Hacı Bektaş tekrarladı: ‘Yolda, yolcularımızın büyük servetleri bile olsa fakirdirler. Çünkü onların dünya malında mülkünde gözleri yoktur, eğer mesela velileri emretse bir çırpıda her şeylerini bırakır bir daha dönüp de arkalarına bakmazlar. Unutmayın Sevgili Peygamberimiz de ‘kendi fakirliğimle’ öğünürüm demişti. Kastettiği bu fakirlikti…’ syf 39

   ‘…Hünkârım tek siz gelir olun, biz yeterinden pek fazla hayvan kesmeyiz; işte Yüce Allah’ın ve sizin huzurunuzda, söz veriyoruz. Ama mutlaka buyurup gelin. Camimiz büyüktür, namaz araları sohbetlerinizi dinleyelim…’ syf 162

   ‘…Rıdvan hiç duraksamadan cevap verdi: ’49. Sure Hucurat’da, on ikinci Ayet’te şöyle söyler: ‘Ey iman edenler! Zandan çok sakının çünkü zannın bir kısmı günahtır. Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından çekiştirmesin! Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi?.. Bakın bundan iğrendiniz. Allah’tan korkun!.. hiç kuşkusuz Allah tövbeleri çok kabul eden, Rahmeti sonsuz olandır. İşte bu ayet, Efendim beni çok çarptı. Sizin konuşmalarınızda ise, mesela; ‘Hayır için sözü olanlar birbirinin ardından ve hiç kimsenin ardından kötü söz etmeyenlerdir.’ Bu söz; hem ‘birbirlerinin ardından söz etmemek’ hemde ‘Hayır için sözü olanlar’ etkiledi beni; demek mürit olarak şu fakirin de hayır için sözleri olmalıydı, diye. Bir de bir sözünüz düşündükçe tebessüm ettirdi beni. Sanıyorum bir kötülüğe karşı kötülükle mukabele etmek konuşuluyordu. Bizlere kötülüğe karşı susmamız yahut iyilikle cevap vermemizi söylerken şöyle demiştiniz; Siz sizi ısıran köpeği ısıracak mısınız?... İşte siz o karanlığa girenlerden olmayın!...’ syf 113

   Muhip, Mevlevi ve Bektaşilerde tarikata girmiş, fakat henüz dervişliğe ikrar vermemiş kişidir: ‘…Evet muhip, seven demektir, gerçekten sever bizleri Ferhat Ağa. Tabii bizler de onu severiz. Muhip unvanı almaya hak kazanmıştır…’ syf 163

   ‘…Hacı Bektaş, onu hep gülümseyerek dinlemişti, ‘Var aslında böyle bir unvan, tam bu anlattığın haline uyan, bundan böyle sen de yolumuzun muhibi oldun Ferhat Ağa. ‘Muhib’ seven demek. Tarikata giremeyip de dışarıdan seven kişilere, muhib denir. Akşam namazından sonra camide köylüye söyleriz. Bu unvanını onlara da ‘hayırlı olsun’ derler, hayra karşı gelirsin…’ syf 95-96

   ‘…O halde efendim bizim köye de Muhipler unvanı verin, ihtiyardan çocuğa yaşlı kadınlardan genç kızlara kadar herkes sizleri sever…’ syf 163

   Vahdet-i vücud, bütün varlıkların bir oluşu, aynı oluşu Hak’tan başka bir şeyin olmayışıdır. Vahdet-i Vücudla ilgili söylenenler ezelde, halde ve ebede olmak üsere üç kısımda incelenebilir. Romanda bu konu ile ilgili şöyle bir kesit bulunmaktadır: 

   ‘…Hacı Bektaş; bu söylenene, dedi Vahdet-i Vücud derler, vücud birliği anlamına gelir, şöyle izah etmek mümkün: Biraz insanlar, çevremize, kendimize, cümle insanlara bakıp bizlerin ve bir takım şeylerin ‘ var olduğu zehabına kapılırız.’ Yani Allah’tan ayrı olarak başka şeylerin mevcudiyetine inanırız. Oysa ki o gördüklerimiz sadece Büyük İsim ve Sıfatların görüntülerinden ibarettir. Şöyle sorsam sana dalga denizden ayrı bir varlık mıdır?..
Düşünürsek dalga denizin bir halidir efendim.
Tamam, işte bu, dalga denizden ayrı bir varlık değildir. Evet dalga denizin bir halinin tecellisidir. Yani görüntüsüdür… İşte bizim var sandıklarımız da öyledir, Yüce Deniz’den ayrı değillerdir, o halde gördüğümüzü sandığımız ayrı varlıklar sadece O’nun İsim ve Sıfatlarının tecellilerinde ibarettir. Şimdi anladın mı?...’ syf 129

   Zühd, dünyayı ahretle bir ve eşit tutmaya veya ondan daha üstün tutmamaya; maddeye ve eşyaya karşı tavır ortaya koymaya İslam tasavvufunda zühd denilmektedir. Zühd, tasavvufun temelidir. İbadet ise zühdün tabii sonucudur. İbadetlerin amacı, nefsi disiplin altına alarak Allah’la yakınlaşmaktır. Tasavvuf ile zühd arasındaki münasebet de bu açıdan önemlidir. Zühdde korku, tasavvufta aşk unsurunun ağır bastığı görülür: 

   ‘…Zühd ne demek?
Zühdün kelime anlamı bir şeye karşı ilgi duymamak, onu değersiz bulmaktır. Tasavvufta ise zühd insanın ahretine gerekmeyen her türlü dünya işinden, maddi manada dünya işlerinden alakalarından uzak durmaktır. Özellikle mal, mülk, şöhret, kudret sevdasına hiç bulaşmamaktır. Oysa malı olup da mala; şöhreti olup da şöhrete; kudreti olup da bu kudrete aldırmamak, her kişinin karı değildir. Hiç olmazsa dudaklarımızdan döküldüğü kadar onu yaşamamız kolay değildir. Zordur. Bunlardan yani dünya nimetlerinden ve nefsimizin onları arzulamasından bilinçli olarak kaçabilmek için Yüce Çalap Tanrı’yı çok sevmemiz, yalnız onun sevgisine sığınmamız lazım gelir… Şimdii, sanki zaten malsız, şöhretsiz, kudretsiz olanlara bu iş daha kolay gibi görünse de o da öyle değildir. Yüreklerinin içinde mal, şöhret, kudret hırsını besliyor olabilirler. Bu hırsı tatmin etmek için olmadık işlere bulaşıyor olan...' 

  Marifet, sufilerin ruhani halleri yaşayarak, manevi ve ilahi halleri yaşayarak elde ettikleri bilgi. Tarikat yoluna giren sufilerin birtakım ruhani felsefeleri aşarak ilahi hakikatler vasıtasız olarak ulaşımları irfan elde etmeleri anlamında bir tabirdir. Kul Allah’a önce onun sıfat ve isimlerini tanımaya çalışarak yaklaşır. Çile ile nefsini arındırır. Kendisi ve çevresine yabancılaşır. Marifet Allah’ın kuluna kendisi hakkında verdiği bilgi anlamındadır. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat bütün bunlar kulu Allah’a yakınlaştırır, birbirlerinin devamı yolundadır. 

   ‘Marifet!.. Evet, şimdi.. Dedi hacı Bektaş. Günlük dilde kilim dokuyan bir hanıma güzel dokuyorsa elbette marifetli deriz. Ancak günlük dilde böyle kullanılır. Tasavvuf yolunda ise; Yüce Rahman ise sürekli ilişki kuran bundan dolayı sürekli ağlayıp yalvaran b,ir insana O’ndan gelen bazı sırlar vardır; bu sırlar o kimsenin gönlüne rahmet damlaları gibi düşer. İşte böyle bir kişinin bilgisine marifet, o kişiye ise marifetli yahut en doğrusu arif denir. Derler ki bir arif kişi şöyle söylemiş: ‘Benim üç dostum vardır. Ne zaman ki ben ölürüm birisi evde, birisi yolda kalır diğeri de benimle birlikte gelir. Evde kalan maldır. Yolda kalan ailem, hısımlarımdır, benimle gelen ise iyiliklerim ve bu dünyadaki amellerimdir; tutum ve davranışlarımdır… Evet; bir gün Tanrı’nın aslanına sordular; Ya Ali, taptığın Allah’ı görüyor musun?.. O da şöyle cevap verdi; Eğer görmeseydim, tapmazdım. O halde biz mü’minlere düşen; Hakk Teala Hazretlerini her yerde hazır bilmek, onunla ilişkiye girmeye çalışmaktır. Kur’an’ı Kerim’de Dikkat edin, Allah şüphesiz her şeyi bilgisi ile kuşatandır denir. İşte bu bilgiye sahip lmaya çalışmamız lazım gelir. Şunu da söyleyeyim; marifetin de kendi içinde makamları vardır, birden başlayarak sıralarsak edeb, korku, perhiskarlık sabır kanaat, utanmak, cömertlik, ilim, miskinlik ki bu, kendi varlığından sıyrılmış, kendisinde hiçbir varlık görmeyen, her şeyde ve her yerde O’nu görendir. Evet, dokuzuncusu marifet onuncusu ise kendini bilmektir…’ syf 132

   ‘…Yüce Allah, ne yarattıysa insanlara verdi ve en önemlisi Kendini, kullarına verdi. Ne der, biliyor musun; şimdi ‘Gökler sizin örtünüz, yerler sizin döşeğiniz, ay ve güneş sizin cerağınız, yemişler sizin nimetiniz, cennet mekanınız, Rıdvan kapıcınız melekler himayeciniz, Kabe kıbleniz, Kur’an inancınız, Muhammed Mustafa şefaatçiniz, Adem atınız, Havva ananız, sizler birbirinizle kardeşlersiniz. Bunca türlü nesneleri sizin emrinize verdim. Arştan yerin dibine kadar her kim ve her nesne varsa sizlere bildirdim. Eğer Beni de isterseniz bulursunuz. Zira ki Ben, sizin teniniz içinde canınızdan daha yakın olanım. Gözünüzün görmesinden, kulağınızın işitmesinden, dilinizin söylemesinden bile yakınım size. Elinizin tutmasından, ayağınızın yürümesinden bile yakın olanım size… Size sizden dahi yakınım Ben.. Şimdi, bu ilimler vasıtasıyla her ne bilirseniz kendinizi bilirsiniz. Her kim kenini bilirse Beni bilir. Ademe candan Yüce Rahman’a da kuldan yakını yok. Can tene yakındır, Allah da kullarına…’ syf 150

   ‘…Hacı Bektaş hafifçe tebessüm etti: ‘Tasavvufta miskin demekle; varlık duygusundan sıyrılmış bir varlığı yokluğa çeviren, kendisinde hiçbir varlık görmeyen kişi kastedilir. Bu durum yolun son safhalarından biridir. Çünkü tek varlık Yüce Allah u Teala’dır. Bu dünyada ve kendinizde gördükleriniz O’nun çeşitli yüce Sıfat ve İsimlerinden ibarettir..’ syf 166

   ‘…Derken birisi; yolunuzda marifet kavramı geçiyor bunu marifetli kişi demek midir, yani örneğin, kilim dokuyan bir hatuna marifetli mi diyeceğiz? Diye Hacı Bektaş’a sordu…’syf 78

  ‘…Hemen herkes, bizimki galiba Hünkârımızı imtihan etmek istiyor diye içinden geçirdiyse de Hünkar, bunu düşünmeden samimiyetle anlatmaya başladı: ‘Akıl Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının görüntüleri olan varlıklar âleminde dolaşır ve o âlemin izahlarını yapar. O’nunla temasa gelebilmek ise aklın gücünü aşar. O’ndan bize haber getirecek olan tek kuvvet aşktır. Bu yüzden akıldan fayda bekleyenler vahiy ve aşk nuru ile onu sıvamalıdırlar. İnsan akıl ve ilmi, aşktan uzak düşünürse, ne aklından, ne de ilminden bir fayda temin eder. Aşk, aklın cilası mevkiindedir. Ayrıca aklın Yüce Yaradan’ı tanıması aşk sayesinde mümkündür. Bir bilge kişi ‘Aşk, evrenin özüdür.’ Diye kısaca özetlemiştir aşkı. Eğer aşkla akıl yan yana gelip beraber çalışırlarsa; çok özel ve üstün durumlar hâsıl olur… Şimdi insanı maalesef saran benlik duygusunu, kötülüğü, ihtirası ve nefsin kötülüklerine, ancak ilahi aşk tam anlamı ile engeller. İslam büyükleri, aşkı Gayelerin Gayesi, makamların en yücesi derecelerin en üstünü görmüşlerdir. ‘Gönlü aşkla diri olan asla ölmez.’ Derler. Bakara Suresinde şöyle söylenir: ‘İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah dışında bazılarına Allah’a eş tutarlarda onları Allah’ı sevmiş gibi severler. İman sahipleri ise Allah’a sevgide çok kararlı ve taşkındırlar. Ali İmran Suresinde ise elçisine şöyle söyler: ‘De ki eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Yüce Allah cümlemize hayırlı akıllar, hayırlı aşk versin. Âmin…’ syf 170-171

   ‘…Halifelerden biri olan Bekir elini kaldırdı, Velisine baktı. O başını salladı. Bekir dedi ki; bir insan, Rahmani ile şeytani olanı ayımayı bilmedikçe kendini de bilmez. Bir insan kendini bilmeyince Çalap Tanrı’yı da bilmez. Şimdi içimizde her kim bu sözlerin manasını anlamışsa ve Rahmani ile şeytaniyi bilirse kendisini de bilmiş olur. Bir insan ne zaman kendisini bilirse; aşk gelir, Hakk’tan yana çeğırır Yüce Allah ne kadar talih nasip etmişse o kadar ileri gider. Özet olarak kendi nefsini bilip öğrenen Rabb’ini hakkıyla bilir. Ayrıca kim kendinin fani, geçici olduğunu bilirse, Yüce Allah’ının bakiliğini kalıcılığını da bilir. Bilmek; birinin biri hakkında falandır, filanın oğludur, filan yerdedir gibi bilgiler sahibi olması demek değildir. İlimle araştırmalı, izlemeli, gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendinde bulmalıdır. Mesela arş, insanda başa karşılıktır, bunun gibi… ‘Bekir pek de iyi ifade edemediğini düşünerek Hacı Bektaş’ın yüzüne baktı; O da, ‘Fena değil’ gibilerden başını hafifçe sağ tarafa eğdi...’ syf 132- 133

   Derviş, yoksul, fakir kimse ve kapı eşiği anlamına gelir. Tasavvufta kendi nefsi arzularını terk etmiş, iradesini mürşitine teslim etmiş müritlere denir. Allah yolunda alçakgönüllülüğü ve fakirliği kabul eden kişi anlamına da gelir. Kul kılığında sultan olması, maneviyat padişahı oluşu, ızdıraba alışkanlığı dolayısıyla bilinir. Tasavvufta kendi nefsi arzularını terk etmiş, iradesini mürşidine teslim etmiş müritlere denir. Mutasavvıflar derviş kelimesine birtakım anlamlar yüklemişlerdir. Riyakarlıktan uzaklaşan, içiyle dışı bir olan, varlığı, yalanı, dünyayı, şöhveti terk eden insan.

   Dervişler bağlı bulunduğu tarikatlara göre hırka giyerler. Başlarına tarikatlarına özgü renklerde “arakiye” adlı keçeden bir taç geçirirler, üzerine tülbentten bir sarık sararlar. Bellerine “şed” dedikleri kuşak bağlarlar. Boyunlarına ve bellerine “şekel” adı verilen bir taş asarlardı. Dervişlerin bir asası, “teber” dedikleri silahları ve keşkül dedikleri keseleri vardı.

   Sünniliğin kabul ettiği gerçek derviş yoksuldur. Bunun için de “on derviş bir posta sığar, iki pardişah bir ülkeye sığmaz.” demişlerdir. Derviş, miskinliğe övünür, yoksulluğunu hiçbir zaman çıkar aracı olarak kullanmaz. El emeği ve alın teri ile geçinir. Gönlü zengin, eli açıktır. Kitapta şöyle geçmektedir: 

   ‘…Allahın izni ile yarınki Cuma günü, senin dervişliğinin ilk günü olacak, bir ay kadar bizlerden adabını, törelerini öğreneceksin ve bu bir ay içinde, burada tekkede yapılması gereken bir iş sahibi olacaksın önce burada herkesin olduğu gibi iyi bir çiftçi olmaya bakacaksın. Tarlalarımız bol şükür, buğday ekeriz, buğdayımız, ham ederiz ki hem de bu köyde ihtiyacı olanlara hem civar köylere erişir. Diğer iş ise bu senin bileceğin. İstediğin bir iş olmalı terzilikten, marangozluğa, demirciliği, kireç karıp eve, odalara çalmaya, ne bileyim tuğlacılığa kadar bir meslek edinebilirsin. Gençler sana fikir verirler. Yalnız, müritliğe kabulünden hemen sonra ilk yapacağın iş helâların temizliğinden başlayacak, bu iş on, on beş gün sürer. Daha sonra sırası ile bulaşıkçıya ve aşçıya yardım edeceksin. Eliyle İdris’i işaret edip İdris derviş, dedi, aşçımızın baş yardımcısıdır. Sen de onun emrine gireceksin. Bir de yolumuzda halvete girmek vardır ki bir iki yıl sonra olur bu iş, dervişliğe iyice alıştıktan sonra… Şimdii halvet ne demektir bilir misin, üç gün on beş gün, yirmi bir ve kırk gün hücrelerimizden birinde, pek az yemek yiyerek pek az su içerek yalnız başına kalacaksın, kimseyle görüşmeyeceksin; Kur’an okuyacak, namaz kılacak, namazına namaz katacaksın, tespih çekeceksin, yani bol bol nafile ibadet yapacaksın, tefekkür edeceksin, yani İslamiyet üzerine derin derin düşüneceksin. Kendini tanımaya çalışacak, yapabildiğin kadar özünü bilmeyi öğreneceksin ve elbet daima Yaradan gönlünde ve dilinde olacak. O’nu gönlünde hissetmeye çalışacaksın.. Kırk gün halvete girmeye erbain çıkarmak derler.. Bu hemen olmaz. Her bir halvetini arada kısa veya uzun aralardan sonra yapacaksın. Bütün bunları söylemen niyetlendiğin işi sana tanıtmak evladım. ‘Gördüğün gibi, müritlik öyle kolay değil zor zanaat!.. İstersen yarına kadar düşün öyle karar ver, bilirsin dinimizde zorlama yoktur, bunun için yolda da zorlama yoktur, iyi düşün kendini tart öyle karar ver. Çünkü yapacağın bütün vazifeler gönül rahatlığı, gönülden gelen istekle yapılmalı aksi halde zorlama olur. Gönülden gelen istek, ilk başlarda yarım yamalak olursa da üzülme, yavaş yavaş bütün işlerin gönül arzuna göre kendi kendine ayarlanır hale gelir. Hiç merak etme… Yolumuzun günlük görevi ise çekilmesi lazım gelen bazı tespihlerdir ki, burada ilk anda kendine yakın bulduğun bir mürit kardeşini öğretmenin kabul et; ona danış, sana anlatır. Kadıncık ana ise halifelerimdendir. Pek tabii ona da her sorunu rahatça sorabilirsin…’ syf 139-140

   Mevlana Celaleddin Rumi, Belh şehri gibi daha 9.yüzyıldan itibaren ünlü mutasavvıflar yetiştiren ve özellikle de Melametilik denilen, kuvvetli bir mistik cezbeye dayalı sufilik akımının belli başlı merkezlerinden olan bir şehirde; aristokrat çevrelere mensup sufi bir ailenin bir çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Ancak beş yaşındayken Moğol istilasının başlaması üzerine, ailesiyle birlikte oradan ayrılmak zorunda kalmış, beş yıl şurada burada dolaştıktan sonra, on yaşındayken Anadolu’ya ayak basmıştır. Bu yeni vatanınında bir yandan tahsilini sürdürmüştür.

   Mevlana Celaleddin, vahdet-i vücudçuluğunu da hiç şüphe yok ki, tasavvuf tarihinin akışını derinden etkileyen en sistematil mutasavvıf Muhyiddin el-Arabi’ye borçludur; ancak o, bu sistemin ahlakçı karakterinin üstüne kendi estetikçi damgasını vurmuş, onun varlık meselesine verdiği ağırlığı insan faktörü üstüne kaydırmış, böylece bize göre tasavvuf tarihinin en ilginç sentezlerinden birini meydana getirerek büyük bir iş başarmıştır. Mevlana Celaleddin’in orijinalliği buradadır. Aynı başarıyı Yunus Emre’de görüyoruz. Mevlana’nın Mağrip mektebinin ahlakçıi Irak mektebinin zühdçü, İran mektebinin ise coşkucu ve estetikçi karakterini sergilediği söylenebilir. Işınsu romanda Mevlana’nın da adını geçirmeyi unutmamıştır: 

   ‘…Eee sonra… Sonra, hah buldum Mevlana diye bir veli varmış ve de Konya’da otururmuş. Namı Konya’yı çevresini tutmuş. Kendisi Selçuklunun büyük adamları ile ahbapmış, Moğollarla bile iyi geçinirmiş!. Yani demem o ki, eğer veli isen, şehirde oturman gerekir…’ syf 33

 ‘…Çok doğru söyledin hemşerim, dedi Hacı Bektaş. İçin nasılsa herkesin izlediği tutum ve davranışların da öyle olacak. Biliyorsunuz Konya’da sevgi ve saygı duyduğumuz Hz. Mevlana’nın bu konuda düşüncesi ve tavsiyesi şudur; ‘Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.’ İşte şu veciz söz maksadımızı çok güzel açıklıyor…’ syf 110

   Romanda Geçen Dini Tasavvufi Halk Edebiyatında Deyimler, Motifler ve Kavramlar

   Tefsir: Türkler, Müslüman olduktan sonra yeni dinlerinin kutsal kitabını Türkçeye çevirmeye başlamışlar, daha sonraları da İslam dünyasındaki geleneğe uyarak Kur’an’ın yorumlarını (tefsir) yazmışlardır. Yazarlar, bir bölümü Arapça ve Farsça’dan tercüme olan bu tefsirlerde metnin Türkçe karşılığını kısaca vermekle yetinir, bazısı da uzun açıklamalarla konuyu işler.

   Fıkıh: Fıkıh, İslam hukukudur. Fıkıh teorileri ve tatbikatı üzerine tercüme ve telif olarak yüzyıllar boyunca çok eser yazılmıştır. Bunların edebiyat tarihi bakımından en önemlileri fetvalardır. Şeyhülislamların kendilerine sorulan hukuki sorulara verdikleri cevaplardan ibaret olan fetvalar, yalnız fetvayı verenin değil, çoğu kez dönemin anlayışını ve değerlendirmelerini göstermesi bakımından ilgi çekicidir.

   Ahiret: Son ikamet yeri, öteki dünyadır. Bütün varlıklar geçicidir. Bu hayat dünyadaki iyi ya da kötü amellere göre cennet veya cehennemde sürecek olup, bundan kaçış yoktur.
   
   Ali: Hz. Muhammed’in damadıdır. Soyu anne ve baba tarafından Peygamber soyuyla birleşir. İslam dinini kabul eden ilk dört kişiden biridir.

   Aşk: Tasavvufta en önemli unsurdur. Mutasavvıflara göre Tanrı’ya ancak aşk yoluyla varılır. Kainat Tanrı’nın aşk-ı zati nedeniyle cemalini görmek ve göstermek, bilinmek istemesinden ortaya çıkmıştır. Tanrı’ya ulaşmak, Tanrı’yı sevmek için Tanrı’yı bilmek gerekir. ‘Marifetullah, muhabbetullahtır.’

  Aşık: Seven. Aşk samimidir, maddiyatla ilgisi yoktur. Gıdası, üzüntüdür. Hep ağyarla uğraşmak zorundadır. Aşık sevgiliden başka talih, felek, ağyar, zaman vs.den zulüm gören kişidir. Tasavvufi edebiyatta kendisini ilahi aşka adamış, bütün varlığıyla Allah sevgisine yönelmiş, Allah’a ulaşmak isteyen kimse.

   Can: Ruh, hayat, gönül. İnsanda yaşamayı sağlayan madde dışı varlık, manevi güç. Beden elbisesi içinde varolduğu bilinen yaşam cevheri. Ruhla aynı anlamda kullanılır. Can, aşığı temsil eder. Can, canan için feda edilebilecek en kıymetli varlıktır. Bektaşilikte mürid ve derviş bu adla anılır.

  Cemal: Güzellik, güzel yüz. Çok defa Tanrı’nın sevdiği kullara gösterdiği güzelliği veya yüzü anlamında kullanılır. Allah’ın lütfu. Sevgilinin güzelliğinin büyük bir bölümünü yüz oluşturur. Çünkü yüz; kaş, göz, dudak, yanak vs güzelliklere sahiptir. Aşık sevgilinin yüzünü görmek için her şeyini vermeye hazırdır. Yüz nurdur, güneştir, gündüz, sabahtır, ışıktır. 

   Fakir: Yoksul demektir. Bektaşiler “ben” demeyi sevmez, makbul saymazlar. Fakir sözünü “ben” yerine kullanırlar. Buradaki fakirlik Hz. Peygamberin ünlü hadislerinde dedikleri ve övündükleri çeşit yoksulluktur.

   Halvet: Yalnız kalmak anlamındadır. Aynı mana için “uzlet” de kullanılır. Halvete “çile” ve “erbain” adı da verilir. Halvet nefis terbiyesi için yapılır. Dervişin kırk gün insanlardan ayrılıp küçük bir hücrede ibadet etmesidir. Halvetin dervişi olgunlaştırdığına inanılır. Masivadan ilgiyi kesip tamamen Allah’a yönelmek ve kendini ibadete vermek. Halvetten sonra halkın içine dönmeye de “celvet” denir.

   Romanda geçen terimler bu şekilde. Roman Hacı Bektaş Veli’nin hayatı yanı sıra hem Yunus Emre hem Mevlana hem de Ahmet Yesevi’den kesitler sunarak bilgilendirici olmuştur. İçerisinde yer alan tasavvuf terimler ve dini bilgiler dolu doludur ve okuyucuyu bilgilendirir. Son olarak bu roman incelememi Yunus Emre’den birkaç şiiri yazarak sonlandırıyorum.

İlim ilim bilmekdür ilim kendün bilmekdür
Sen kendini bilmezsin ya nice okumakdur

Okumakdan mani ne kişi Hakk’ı bilmekdür
Çün okıdun bilmezsin ha bir kurı ekmekdür

Okıdum bildüm dime çok taat kıldum dime
Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür

Dört Kitabun manisi bellüdür bir elifte
Sen elifi bilmezsin bu nice okumakdur

Yigirmi dokuz hece okusan ucdan uca
Sen elif dirsün hoca manisi ne dimekdür

Yunus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür
                            Yunus Emre (İz-Kut, C.1, 1985:280).

Severim ben seni candan içeri
Yolum ütmez bu erkandan içeri

O bir dilberdir ki yoktur nişanı
Nişan olur mu nişandan içeri

Beni sorma bana bende değilim
Suretim boş yürür dondan içeri

Beni benden alana ermez elim
Kadem kim basa sultandan içeri

Tecelliden nasip erdi kimine
Kiminin maksudu bundan içeri
                        Yunus Emre (Gölpınarlı, 1975:59).

*Yazdığım yazı şahsıma aittir. Kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Emine Isınsu'nun Eserleri

Dil Göstergesinin Özellikleri

Dil Bilim ve Dil Bilgisi