Emine Isınsu ''Hacı Bektas-ı Veli'' Roman Tahlili
Hacı Bektaş-ı Veli
IŞINSU, Emine, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları, Mart 2010, Ankara
1.
Olayın (vakanın) Özeti
1228’ler olmalıydı,
ilkbahardı; Kırşehir yakınlarındaki Sulucakarahöyük’te şimdiye kadar pek
görülmemiş çılgın bir sağanak başlamıştı. Tam da o sırada İdris camiden
çıkmıştı, camiye doğru yaklaşan bir karartı gördü. Kim olduğunu merak ederek
yanına yaklaştı. Selamlaştılar. Hacı Bektaş-ı Veli'ydi gelen. Köye yerleşmek
istediğini dile getirdi. İdris’in evinde misafir olacaktı. İdris’in yanına
gelen köy sakinleri de Hacı Bektaş’ı misafir etmek istedilerse de İdris buna
gönüllü olmadı. Hacı Bektaş sanki ona ilaç gibi gelmişti. Ağzından kelimeler
dökülüp gidiyordu. Onu görünce bülbül gibi şakımıştı sanki. Eve gidince çok
güzel ağırlandı. Aynı hissi Kadıncık ve Fatma da içlerinde hissetmişlerdi. Hacı
Bektaş, bir tekke kuracağını dile getirdi ve kabul ettiler. Köylüler de kabul
etti. Sadece köy sahibi Ferhat Ağa biraz huysuzluk etse de sonradan kabul etti.
İdris ise savaşa gitti. Ölüm haberi geldiğinde Hacı Bektaş, üzülme geri gelecek
dedi ve zamanı geldiğinde Hacı Bektaş’ın dediği gibi oldu. İdris, Bozat isimli
at ile geri döndü. Herkes çok sevindi. Bu arada Hacı Bektaş, Kadıncık ile
evlendi ve bir çocukları oldu. İsmi Ali Timurtaş idi. Hacı Bektaş’ın şanı her
yere yayıldı. Artık herkes tarafından seviliyordu. Fazlaca mürit yetiştirdi ve
ömrünü mutluluk, güzellik ve iyilik içerisinde geçirdi.
2.
Kişi Kadrosu
a.
Asıl Kişiler
İdris:
Cimri
İdris derler. Hacı Bektaş-ı Veli’yi evine misafir olarak davet ettiği günden
sonra hayatı her alanda değişmiştir.
Fatma:
İdris’in
eşidir. Sessiz, sakin, kendi halinde ve misafirperverdir.
Hacı
Bektaş-ı Veli
Kadıncık:
İdris
ve Fatma’nın biricik evlatlarıdır. Ona çok değer verirler. Düzenli, tertipli,
akıllı bir kızdır. Romanın ortalarında Hacı Bektaş-ı Veli ile evlenir ve mutlu
bir hayat sürdürmüşlerdir.
Ali
Timurtaş: Hacı Bektaş-ı Veli ile Kadıncık’ın biricik
oğullarıdır. Eğitimine çok önem vermişlerdir.
Yunus
Emre
b.
Yardımcı Kişiler
Garip
Ali
Dağlıların
Ahmet
Gözükara
Rıza
Çağrıcı
Bozat
Emre
Efendi: Evlidir. Sorunları var. Derin biri. Daha önce mürit
olmuştur.
Hatice
Çağatay
Sarı İsmail
Buğra
Emre
Satuk
Resul Ali
Kutluğ
Cemal Seyyit
Turhan
Recep
Hasan
Hüseyin Efendi
Fatma
Ebe
Ahi
Evren
Nurefşan
Tapduk
Emre
Emin
Efendi: Aşçıdır.
Hasan
Kaptan
Sultan
Muhammed Buhari
Nureddin
Caca
c.
Kişiler Arasındaki İlişkiler
Hacı
Bektaş Veli – İdris: İdris’in Tanrı misafiri deyip kabul
ettiği sonrasında da çok sıkı fıkı dost oldukları kesindir. İdris onu ilk
gördüğünde içinden geçenleri, dertlerini, sıkıntılarını bir çırpıda anlatmış ve
rahatlamıştır.
Hacı
Bektaş Veli – Kadıncık: Aralarındaki ilişki önce dostlukla
başlasa da daha sonra birbirlerini sevmeye başlamışlardır. Aşık olmuşlardır.
Daha sonra evlenirler ve çocukları olur. Birbirlerine her zaman yardımcı olan
iki uyumlu eş olmuşlardır.
3.
Olayın Geçtiği Mekânlar
Zileliler Köyü
Kırşehir yakınları
Sulucakarahöyük
4.
Zaman
1228 ilkbahar ayları
olarak belirtilmiştir.
5.
Anlatıcının Bakış Açısı
Anlatıcı her şeyi
bildiği göz önüne alınarak; ilahi bakış açısıyla romanı kaleme almıştır.
6.
Dil ve Anlatım Özellikleri
a.
Anlatım Türleri
Romana, öğretici
anlatım, tartışmacı anlatım hâkimdir. Aynı zamanda söyleşmeye bağlı anlatım
(diyalog) türüne de yer verilmiştir.
b.
Dil ve Üslup Özellikleri
Düşünce ve duyguların
yüceliğine, anlamın sağlamlık ve doğruluğuna, sözcüklerin seçkinliğine önem
verilmiştir. Aynı zamanda o dönemde kullanılan kelimeler romana ağırlık
veriyor.
7.
Romanın Türü
Roman tür olarak hem
sosyal roman olarak kabul edilebilir hem de dini roman olarak ele alınabilir.
Aynı zamanda Hacı Bektaş-ı Veli’nin hayatını ele almasından biyografik bir
eserdir.
8.
Romanın Konu ve Teması
Konu:
Hacı
Bektaş Veli’nin hayatı işlenmiştir.
Tema:
Hacı
Bektaş Veli gibi önemli bir mutasavvıfın dervişliği öğretebilmek adına yaşadığı
zorluklar göz önünde bulundurularak ilahi aşkın aşılandırılmasının ne derece
zor olduğunu hem bize yansıtır hem de Hacı Bektaş, Yunus Emre gibi
mutasavvıflarımızın hayatını öğretir.
9.
Tasavvuf
Emine Işınsu, romana
‘Bismillahirrahmanirrahim’ diyerek başlamış ve saygılarını sunmuştur. Romandaki
tasavvufi ögeleri incelemeye başlamadan önce Hacı Bektaş Veli hakkında ön bilgi
vermek istiyorum.
Asıl adı Bektaş olup
büyük bir olasılıkla ölümünden sonra Hacı Bektaş-ı Veli diye ünlenmiştir. 13.yy
Selçuklu Anadolu’sunda Babai hareketinin lideri Baba İlyas’ın çevresine, 14.yy
da Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşuna; 16.yy da kendi adını alacak olan Bektaşilik
tarikatının oluşumuna adı karışan Hacı Bektaş Veli’nin devrinin kaynaklarında
hemen hiçbir şeyin iz bırakmadığına bakılırsa yaşadığı dönemde yaygın bir üne
kavuşamadığı sonucuna varılabilir. Ancak Yeniçeri Ocağının ve Bektaşiliğinin
piri kabul edilmesi ve Alevi-Bektaşi kesimlerinde bir iman esası olan güçlü
konumu araştırmacıları ikilem içerisinde bırakmaktadır. Bu durum hakkında
yetersiz tarihi bilgilerle menkıbelerin yarattığı çift yönlü şahsiyetinin
birbiriyle örtüşmesinden kaynaklanmaktadır.
Hacı Bektaş Veli’yi
ancak kendi zamanından epeyce sonra yazılmış olan ikinci dereceden kaynaklardan
incelemek mümkündür. Bu kaynakların en eskisi 14.yy ünlü sufilerinden Aşık
Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi’nin Menakıbü’l Kudsiyye adlı menkıbevi aile
tarihidir. İkinci kaynak vefatından yaklaşık yüz yıl sonra Mevlana Celaleddin-i
Rumi’nin torunu Ulu Arif Çelebi’nin emriyle Ahmet Eflaki tarafından yazılan
Menakibü’l Arifin adlı Farsça eserdir. Diğer bir eser Hacı Bektaş Veli adına
düzenlenmiş olup 15.yy son çeyreğinde kaleme alındığı kesin gibi görünen
Menakibü’l Hünkar Hacı Bektaş-ı Veliydi. Eser 15.yy son çeyreğinde yazıya
geçirilmiş olmakla beraber içerdiği bilgiler şüphesiz, Hacı Bektaş Veli’nin
yaşadığı dönemden itibaren mensuplarının arasında ağızdan ağza dolaşarak 15.yy
a gelmiştir.
Hacı Bektaş’ın asıl
şöhreti ve etrafında oluşan muazzam kült, onun vefatından sonra oluşmuştur. Bu
kültün esas kaynağı da o zamanlar çok muhtemel olarak bir Haydari zaviyesi olan
Sulucakarahöyük’teki dergahtır. Bu tarihi olay Hacı Bektaş kültürünün önce,
hayatta iken bizzat Hacı Bektaş’ın da mensubu bulunduğu Haydari tarikatı
dervişleri arasında ortaya çıkıp geliştiğinin ve onlar aracılığıyla her tarafa
yayıldığını gösterir.
Osmanlı gazileri
aracılığıyla Hacı Bektaş’ı tanıyan Osmanlı sultanları yeniçeri ocağını kurarken
gaziler arasında yaygın olan güçlü kült sebebiyle ocağı ona bağlamışlar,
böylece Hacı Bektaş Veli’nin hatırası Osmanlı topraklarında giderek genişlemek
suretiyle büyüyüp ünlenmiştir.
16.yy’ın başlarına
gelindiğinde ise Balım Sultan Haydarilikten ayrılıp Osmanlı hükümeti merkezinin
desteğini de alarak Bektaşilik tarikatını Hacı Bektaş Veli’nin adına bugün
bilinen şekliyle kurmuştur. Böylece Anadolu- Türk gayri Sünniliği, merkezine
Hacı Bektaş-ı Veli’yi yerleştirerek oluşum sürecini fiilen tamamlamıştır.
Hacı Bektaş Veli’nin
birkaç eserinden söz edilmektedir. En tanınmışı Makalat’tır. Arapça yazıldığı
söylenir. Türkçe çevirileri birkaç defa basılmıştır.
‘…Çalap
Tanrı’nın izni ile, şu zamanımızda ilim dili Arapça’dır. İnşallah belki bir gün
de Türkçe olur ilim dili, o zaman Türkçe’ye çevirirler merak etme. Bir veli
eğer diğer veliler ilim sahipleri de okusun istiyorsa, şu zamanda dili mecburen
Arapça olacaktır. Yoksa İslam Âleminde okumadan önce diline bakar ve okumaktan
vazgeçerler. Bu işler maalesef böyle yürüyor şimdiki zamanda. Fakat yıllar
sonra hatta asırlar demeliyim, arkamızdan konuşacak olanlar kim bilir neler
söyleyecekler…’ syf 105
‘…O
gece Hacı Bektaş yemek yedikten sonra, Malakat üzerinde çalışmak için kendi
odasına geçerken Kadıncık; ‘Hünkârım’ dedi, size bir şey soracağım ama
öfkelenirsiniz diye çekiniyorum…’ syf 104
Şathiye iki sahife
kadardır. Öz Türkçe oluşu, döneminin dil özelliklerini göstermesi açısından
önemlidir.
Fevaid adlı eserden
Baha Said Bey eski Türk Yurdu dergisinde yayımlanan yazılarında söz etmiştir.
Fuad Köprülü de bu
eserden Hacı Bektaş’a ait olduğu konusunda kuşku bulunmadığını belirtir.
Makalat-ı Gaybiyye ve
Kelimat-ı Ayniyye adlı eserinden de Türk ansiklopedisinde bahsedilmektir.
Ayrıca Hudename, Fatiha Tefsiri, Üssül – Hakika Besmele Tefsiri gibi
eserlerinden birçok araştırmacı yayımladıkları çeşitli çalışmalarında söz
etmektedirler.
‘…O
sırada köylü konuklardan biri; ‘Efendim, gönül nedir ki böyle üzerinde
duruluyor diye sordu; Kadıncık cevabı vermek üzere elini kaldırdı. Hacı Bektaş’ın yüzüne baktı. O başını
salladı, Kadıncık bu kadar kişinin karşısında olmaktan biraz heyecanlanmıştı
yine de inandığını güzelce ifade etti: ‘Gönül âlemlerin padişahı, Yüce Allah’ın
nazargahıdır, yani insanda baktığı ilgilendiği yerdir. Aslında Çalap Tanrı ile
her bir nesne arasında perde vardır. Ancak gönülle O’nun arasında perde yoktur.
Bizim gördüğümüz bir et parçasıdır, ona kalp deriz. Bizi yaşatan organdır. O
durursa, ölürüz deriz, amma gönül anlamında bu dünyada Yüce Allah’a yakınlığı
itibariyle tektir ve Yüce Allah’a aynalık eder. Bu yüzden bizim aynamız olan
gönlün tarafımızdan yıkanıp temizlenmesi gerekir. Onu en güzel yıkayan ise,
İslamiyet ve onun neticesi olan güzel ahlaktır…’ syf 130-131
‘…Halifelerden
eski İmam Rıza, bir el kaldırdı, Hacı
Bektaş başını hafifçe eğerek onu konuşmasını işaret etti. Rıza konuştu;
şöyle bilmek lazımdır ki iman akıl üzeredir. Akıl olmayınca iman da gider.
Şöyle desek, yeridir: İman bir hazinedir. Hazinedar gidince hırsız hazineyi ne
yapar?.. İman koyundur, akıl çoban!.. Çoban gidince kurt koyunu ne yapar?..
İman süt, akıl bekçidir. İblis ise köpektir ve bunların üçü bir evde
barınmaktadırlar. Peki bekçi evi terk edince, süt bekçisiz kalır, köpek sütü ne
yapacaktır?.. Bu misalleri, akılla imanın peş peşe olduğunu anlatmak için
verdim. Acaba anlatabildim mi?...’ syf 131
‘…Hacı Bektaş gönle ve aşka verdiğimiz
önem, seni şaşırttı galiba. Gönlü çok mühimsiyoruz. Çünkü yolumuz gönül yoludur
dedi ve ilave etti: Koca bir gönül olmadan yolda yürüyebilmek olmaz!.. Fakat bu
önemseme asla bir inkâr değildir. Bilmemiz lazımdır ki, yeryüzünde akıl
Rahman’ın terazisidir. Dünyada akıl terazisinin ehemmiyeti tartılamaz. Mesela
iyi ile kötüyü bilen ve ayıran akıl terazisidir. İyiyi seçen, akıl terazisidir.
Şeriatın birinci makamı iman, ikinci makamı ise akılla kavranan ilimdir. Sonra
bildiğiniz beş şart gelir. Unutmayın ki bütün nesneler gönül ile, gönül ise
bilgi ile dirilir. Sonuca varırsak, bir kişide akıl, marifet, ilim olmazsa
Hak’tan yana nasıl yol alıp yolunu nasıl görecektir?.. Ve eğer alimler olmazsa,
Yüce Allah’a giden yolu kim, nasıl fark edecektir?.. İşte bütün bu soruların
cevabı; Yüce Allah tarafından bize lütfedilen aklın ne kadar şükredilecek bir
varlık olduğunu ortaya koyar. Şöyle derler ‘Gönül şehrinde iki sultan vardır;
bir Rahmani, diğeri şeytani. Rahmani sultan akıldır. Ancak Yüce Allah’ın
yolunda yetersizdir. Bu yolda ondan daha Yüce kudretler vardır. Ama bu Yüce
kudretlerin insan hayatındaki bekçisi yine akıldır; tıpkı çok kıymetli bir
sürüyü daha az kıymetli bir köpeğin beklemesi gibidir bu…’ syf 114
Anadolu 13.yy da
karışıklık içindedir. Devlet otoritesi yoktur. Moğol akınları, beylikler arası
savaşlar, yağmalar, kıyumlar sürüp gitmektedir. Bütün ekonomik ve siyasal
bunalım dönemlerinde her yerde görülen dini inançların güç kazanması Anadolu’da
da kendini gösterir. Çaresizlik içinde bulunan Anadolu insanı da gözlerini
yaşadığı dünyadan ötelere çevirip, mutlu olmanın yolunu başka âlemlerde
aramaktadır.
13.yy da Anadolu
insanının tasavvufa tarikatlara yönelmesinin diğer bir nedeni de din
adamlarının zorla vergi alan, halkı soyan devlet adamlarının yanında yer
almaları ve bütün bunların din adına yapıldığını söylemelidir. Tarikatlar zorba
devletin karşısında sevginin, hoşgörünün, bağışlayıcılığın mistik mekânları
olarak yer almaktadır. Bir yandan insanların imkânlar ölçüsünde maddi
ihtiyaçlarını karşılamış, bir yandan da gerçek mutluluğun ‘aşk’la Allah yoluna
girmekle ve Allah’la bütünleşmekle bulunabileceği inancını yaymıştır.
Yunus Emre’nin doğduğu
ve yaşadığı yer konusunda kesin bilgi yoktur. Kimi araştırmacılar Sakarya
yakınlarındaki Sarıköy’de kimleri Karaman’da kimileri de Aksaray’ın Ortaköy’e
bağlı Sarıkama köyünde yaşadığını ve orada öldüğünü ileri sürmektedir. Doğum
tarihleri ve ölüm tarihleri tartışmalıdır.
Efsanelere ve özellikle
Bektaşi ‘Velâyetnamesi’ne’ dayanarak Yunus Emre’nin yaşamı şöyle
özetlenmektedir: Yoksul bir köylü olan Yunus, bir kıtlık yılında Hacı Bektaş
sultanın Kırşehir yakınlarındaki dergaha varıp buğday ister. Yolda topladığı alıçları
da hediye olarak götürür. Hacı Bektaş bu gönlü yüce köylüye dervişlerinden biri
aracılığıyla ‘Buğday mı verelim, nasip mi?’ diye sordurur. Yunus, üç kez
yinelenen bu soruya her seferinde çoluk çocuğum aç bilaç onu beklediğini ileri
sürerek ‘buğday’ cevabını verir. Ne var ki buğday alıp köyüne dönerken hata
ettiğini anlar, dergaha dönüp ‘nasip’ istediğini söyler. Kendisine, nasip
anahtarının Tapduk Emre’ye verildiğini gibi ona kapılanması gerektiği
söylenince gider, Tapduk Emre’nin dergahına girer.
Tapduk Emre’nin dergâhında
nasibini almak için kırk yıl hizmet eder. Dağdan tekkeye odun taşırken hep
dümdüz odunlar taşır. Dervişlik mertebesine erişince Tapduk Emre ona nasibini
verir. Asasını pencereden fırlatıp ‘Bu asa nereye düşerse git, orada Allah’a
kavuş.’der. Yunus, yıllarca ilahiler söyleyerek Anadolu’yu gezer ve bu asayı
arar. Şeyhinin asasını Sarıköy’de bulur. Eline aldıktan kısa bir süre sonra
orada ölür.
Yunus Emre’nin dünya
görüşü ağırlıklı olarak tasavvuf felsefesinden beslenir. Bu felsefede Allah
vücut-ı mutlak ezeli ve ebedidir. Gerçek ve hayali bütün güzellikleri içerir
(hüsn-i mutlak). Evrende, insanda içsel olarak bulunan ‘varlık ile yokluk’,
‘gerçek ile hayal’, ‘iyilik ile kötülük’ Allah’a ulaşabilmek için gösterilen
çabalarla yapılacak tercihleri yansıtır. İnsan mademki Allahla bütünleşmek
amacındadır, öyle ise bu dünyada yaşarken de mutlaka sevmeli ve sevilmelidir.
Beşeri aşk, ilahi aşka giden yolda önemli bir aşamadır. İnsan ancak Tanrısal
aşkın ışığında gerçeğe ulaşır.
Ben yürürem yane yane
aşk boyadı beni kane
Ne akılem ne divane gel
gör beni aşk neyledi
Geh eserem yiller gib
geh tozaram yollar gibi
Geh akaram seller gibi
gel gör beni aşk neyledi
Akar sulayın çağlaram
derdlü ciğerüm dağlaram
Şeyhüm anuban ağlaram
gel gör beni aşk neyledi
Ya elüm al kaldur beni
ya vasluna irdür beni
Çok ağladdun güldür
beni gel gör beni aşk neyledi
Ben yürürem ilden ile
şeyh soraram dilden dile
Gurbette halüm kim bile
gel gör beni aşk neyledi
Miskin Yunus biçareyem
baştan ayağa yareyem
Dost ilinden avareyem
gel gör beni aşk neyledi
Yunus Emre
(iz-kut), C.1, 1985: 281
‘…Havayı
yumuşatmak isteyen genç bir hanım, Efendimiz dedi, Tabduk Emre Hazretlerinin
müridi olan Yunus Emre diye bir şair var, onun bir dörtlüğünü okumak isterim,
izin verirseniz..
Tabii
kızım buyur.
Taştın
yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın?
Aktın
yine kanlı yaşım, yollarımı bağlar mısın?
N’idem
elim ermez Yâre, bulunmaz derdime çare?
Oldum
ilimden avare, beni bunda eyler misin?....’ syf 169
‘…Bak
Yunus Emre iyi düşün, getirdiğin alıcın her bir tanesi için iki himmet veririm.
Himmet, nedir bilir misin, kulun bir şeyi elde etmek üzere, kalbinin bütün
gücüyle Yüce Çalap Tanrı’ya yönelmesidir…’ syf 123-124
‘…Tapduk
Emre’ye göndereceğim; onun müridi olabilmek için, önce sabrı bilmesi gerek..
Bilirsin Emre’yi; ne kadar önem verir sabra, bu yolda sair, onun da geç
öğrendiği bir şeydi, lakin öğrendi. Yunus Emre de öğrenecek elbet…’ syf 126
‘…Yunus
kendine geldi; Yüce Allah’a yakardı; ‘Ne olur Rabbim, ne olur çağırsınlar;
bağışlandığımı söylesinler artık.’ Bu artık ‘Bir bakıma’ yetti gayri demekti ve
şüphesiz bu kadar saatten sonra Yunus böyle yakarmıştı… Lakin derviş olacak
olanın, şu şartlarda ‘yetti artık’ demeye hakkı var mıydı? Hacı Bektaş, buna
hakkı olmadığını düşünüyordu; insan olarak Yunus’un şu saate kadar çektiklerine
gönlünün kanamasına, Nur’a olan aşkına rağmen, bir süre daha dayanması
gerekiyordu, taa ki nefsi bir nebze susabilsin, sahibini bunca perişan etmekte
yetersizleşsin. Şüphesiz Yunus, Tabduk Emre’ye pek kıymetli bir armağan olarak
gidecekti buradan…’ syf 127-128
Kitap bu ünlü
mutasavvıfların hayatı üzerine kuruludur. Öğretici bir kitaptır.
Tasavvuf, İslam dininin doğuşundan iki yüzyıl
kadar sonra ortaya çıkmış, örgütlenme döneminin ardından tarikat ve tekkeler
aracılığıyla yayılarak yüzyıllar boyunca İslam dünyasında etkisini sürdürmüş
bir düşünme ve yaşama biçimidir. Tasavvuf düşüncesini şekillendiren, kimlik
kazandıran ve yönünü belirleyen asıl inanç İslamiyet ve onun gerektirdikleridir.
Işınsu kitapta şu şekilde yer vermiştir:
'…Şimdi cemaat, İmam Hasan Efendi’yi saymazsak dört beş kişiden ibaretti. Camiye gelmekte, şüphesiz İdris, başa çekmişti. O, Allah’ın camide kılınan namazlara, daha çok sevap yazacağına inanırdı, daha doğrusu öyle olmasını umut ederdi. Çünkü İslam’ın beş şartı içinde, yalnız namazla aşinalığı vardı, mamafih, ‘çok şükür!’ sık sık Kelime-i Şahadet getirir, hava nasıl olursa olsun, namazını mutlaka camide kılar –kılmayanları ayıplar- orucu tutmaz, hali vakti yerinde olmasına rağmen zekâtta eli cimrileşir ve hacca gitmeyi aklından bile geçirmezdi…’ syf 11
'…Şimdi cemaat, İmam Hasan Efendi’yi saymazsak dört beş kişiden ibaretti. Camiye gelmekte, şüphesiz İdris, başa çekmişti. O, Allah’ın camide kılınan namazlara, daha çok sevap yazacağına inanırdı, daha doğrusu öyle olmasını umut ederdi. Çünkü İslam’ın beş şartı içinde, yalnız namazla aşinalığı vardı, mamafih, ‘çok şükür!’ sık sık Kelime-i Şahadet getirir, hava nasıl olursa olsun, namazını mutlaka camide kılar –kılmayanları ayıplar- orucu tutmaz, hali vakti yerinde olmasına rağmen zekâtta eli cimrileşir ve hacca gitmeyi aklından bile geçirmezdi…’ syf 11
‘…Namaz bittikten sonra, hemen yanına
yaklaşıp; ‘Hoş geldin yolcu, dedi, nereden gelip nereye gidersin?’
Adam
ona gülümseyerek baktı ve sağ elini kalbinin üstüne götürüp, selam verdi;
‘Kırşehir’den geliriz, dedi, adım Muhammed Bektaş, itiraz etmezseniz, sizin
köye yerleşmek dileriz, artık sizin köylü olmak isteriz. Bize Hacı Bektaş
derler, hacc vazifemizi de yapıp
geldik şükür…’ syf 15
‘…İdris,
şöyle geçelim deyip, imamdan en uzak köşeyi işaret etti: ‘Bir şeyler
anlatacağım sana.’ Oturdukları zaman İdris sesini epey kısıp; ‘Eh, dedi, lafın
doğrusunu söylemek lazım; önce şunu itiraf edeyim, beni camide buldun ama,
dinle imanla fazla ilgim yoktur. Haa beş vakit namazımı hem de camide kılarım, bunu aklından çıkarma!.. Orucu da
tutmaya birkaç defa niyetlendim ama
ki tutamadım, ben de vazgeçtim niyetimden, tabii babamın zamanında çocukken,
gençken tutardım da hep zor gelirdi artık anlayıver!... Neyse bunu köylüye
söyleme, çünkü ben onlara ‘Allah nasip ederse tutacağım’ diyorum, her Ramazan
her Ramazan. Neyse ben şimdi bunları neden anlatıyorum ki sana?!... Allah
Allah, içimden her bir şeyimi sana anlatmak geçiyor, Allah Allah!...’…syf 17-18
‘…İdris
onu duymamış gibi; Hacım, dedi, hala ayaktasın, neden oturmazsın?
Mahzuru
yoksa abdest alayım.
Mutfaktaki
yalağın başında İdris ibrikle su döktü, Hacı Bektaş abdest aldı, Fatma Kız
kurulanması için peşkir verdi. Odaya geçince İdris sordu: ‘Daha akşama çok var
neden şimdi aldın abdestini?’
‘Adet
etmişim bir kere, hep abdestli olmak isterim…’ syf 23
‘…Buraya
gelirken, Kırşehir’de onda misafir kaldık, Rahman
ondan razı olsun. Sana bir de güzel bir haberimiz var, sizin ustalardan
bazıları yakında döneceklermiş buraya…’ syf 16
‘…Hiç
olur mu, dedi İdris, doğrusunu demek lazım; onun zamanında ben değil, köyün bir
adamı bile orucunu kaçırmadı, köyün
zenginleri hacca gitti, herkes zekâtını verdi, kimse şeraitten bir
takım uzaklaşmadı kızım, yani senin anlayacağın şeriat konusunda çok sertti
babam, o dolaşan çıplak kafalı dervişlere falan da hiç yüz vermezdi…’ syf 28
‘…Güzel…
Sevgiyi yaşayabilelim ki, ondan aşkla ulaşabilmek mümkün olsun. Aşkın yolu da
sevgiyi öğrenmekten geçer. Sevgi öğrenilebilir. Bizlerin ibadetleri; kıldığımız
namazlar, çektiğimiz tespihler, tuttuğumuz oruçlar, yapabildiğimiz nafile
ibadetler ve hatta edeble ışıyan huylarımız ve davranışlarımızın hepsi, hepsi
‘aşk’ a hazırlık içindir. Yüce Allah’a duyulan aşk anlatılmaz, yaşanır. Seninle
O’nun arasında sırlardan bir sırdır ve nice nice nesiller geçse de aşka
ulaşabilenler bunu anlatamaz… O sadece yaşanır. Hemen Allah, cümlemize nasip
etsin, Amin…’ syf 58
‘…Büyük
Allah’ıma, hameder; Cemal kardeşime de Allah razı olsun diye dua ederim..’ syf
53
‘…Çok
şükür İslamiyet, kullara zorluk yüklemez, yattığın yerde gözlerinle, yani ima
yoluyla pek ala kılarsın namazlarını.
Haa abdest almayacaksan bir kap
içindeki temiz yerden alınmış toprağa teyennüm etmen mümkün…’ syf 206
‘…Adı
söylenen, sağ elini kalbine basıp ‘Selamünaleyküm’
diye selam veriyor, Güzelce Ahmet de aynı şekilde hafifçe eğilip elini
kalbinin üstüne koyarak, ‘Aleykümselam’ diye
cevap veriyordu…’ syf 45
‘…Eve
varınca, köylü kadınlarının birçoğunu oturmuş, tesbih çekerken buldu, o da bir tesbih alıp duaya katıldı. Vefat
edenin ardından yetmiş bin ‘Tevhid’
çekmek farz değildi fakat uzun zamandan beri bir gelenek halini almıştı…’syf 54
‘…Evet,
olur, çünkü bizler cahil sayılmayız…. Ancak bizler ve herkes Allahımızın
bizlere lutfettiği akılla donanmışızdır. Bu aklı kullanmak insan iradesi
dahilindedir. O halde son nefesimize kadar öğrenmek, bilmek zorundayız. Sadece
dini konuları değil, insana ait her şeyi ve üzerinde yaşadığımız dünyaya ait
her şeyi, imkanlarımızı da zorlayıp öğrenmek durumundayız. O zaman Kur’an’ın anlamı bizlere daha çok
açılacaktır, emin olun… Şimdi bir soru, bu dünyaya neden geliriz, bilir
misiniz?..
Çok
düşündüm ama kendimce makul bir cevap bulamadım, dedi Kadıncık.
Sarı,
‘Allah’ın bir kısmeti değil midir?’ diye
sordu.
Öyle
ancak, Yüce Allah, yaratılışta kendi nefesi ile insana nefes verdikten sonra o,
olgunlaştı. Bütün kötülüklerden ve cahilliklerden arındı ve insan, tam O’nun
istediği gibi bir kul oldu. Fakat sonra Rahman bizleri aşağının aşağısına
dünyaya indirdi. Ayeti hatırladınız mı?...’ syf 55
‘…Evladım,
eğer Yüce Allah’ın yap dediğini yapar,
yapma dediğini asla yapmazsan ölümden korkacak bir şey yoktur. İyi bil ki o
zaman, buradakinden çok daha güzel bir dünyaya gideceksin demektir. Genel
olarak bu böyledir. Aslında ölüm iki türlüdür, çünkü bazılarının gönlü
bazılarının teni ölüdür. Gönlü ölenlerin bu dünyada da rahatları yoktur, şeytan
onları ele geçirmiştir, olmadık vesveseleri yükler. Bu hayatta yaralıdırlar,
şeytan izin vermediği için, neden yaralı olduklarını da bilmezler. Bunları
bekleyen kötü son bellidir. Hayatta tenleri ölüp de gönülleri ölmeyenler
âşıklardır, mü’minlerdir. Bunların güzel sonları da bellidir. Ancak sakın sakın
dinleri ve vatanları uğruna şehit edilenleri asla ölü sanmayın, Yüce Allah
katında diridirler. Cennet meyvelerinden rızıklanırlar…’ syf 166
‘…
Casiye suresinde şöyle bir ayet vardır: Kim ki Salih bir amel işlemişse, kendi lehine; kim ki kötülük yaparsa
kendi aleyhine yapmış olur. Sonunda Rabbinize döndürüleceksin. Bir kere bu
ayeti bellekte tutalım; öyle tutalım ki, herhangi bir kızgınlık anında, hemen
hatıra gelsin, sakinleşelim… Sonra bu kızgınlık, öfke ne demek oluyor?...’ syf
171
‘…Sen işlerini Yüce Rahman’ın gözleri önünde namusunla, doğrulukla, dürüstçe yaptıktan sonra ne derlerse desinler hiç aldırma! İşlerinin başına ister oğlunu, ister kızını geçirirsin bu senin fikrin. Senin kararın! Elaleme ne bundan.. Hiç kimseye bir şey izah etmek mecburiyetinde değilsin.. Kendin bilmezler konuşur, bunlara da hiç aldırmamak lazım. Mühim olan işçilerin hakkını yememektir. Bunu da zaten yapıyorsun…’ syf 202
‘…Sen işlerini Yüce Rahman’ın gözleri önünde namusunla, doğrulukla, dürüstçe yaptıktan sonra ne derlerse desinler hiç aldırma! İşlerinin başına ister oğlunu, ister kızını geçirirsin bu senin fikrin. Senin kararın! Elaleme ne bundan.. Hiç kimseye bir şey izah etmek mecburiyetinde değilsin.. Kendin bilmezler konuşur, bunlara da hiç aldırmamak lazım. Mühim olan işçilerin hakkını yememektir. Bunu da zaten yapıyorsun…’ syf 202
‘Yüce
Yaradan’a ve yarattığı her şeye duyulması lazım gelen aşk ve edep. Aşk
dedikleri; Yüce Allah’ın kendi has odunudur ki o odunun ocağı, erenlerin
gönlüdür. Böylece aşk ve edep, yani terbiye işin başıdır. Sonra iyilik, doğruluk, bilgi, çalışmak,
merhamet, sabır, hoşgörü, yumuşaklık telkin ederek müridinin gönlünü her türlü
kirden; gıybetten, yalandan, haksızlıktan, kinden öfkeden arındırır. Bu
yaptığı evlatlarının gönül temizliğidir. Kâinattaki cennetin, insandaki
karşılığı temizlenmiş gönüldür…’ syf 37
‘…Öyle
olmalı, dedi İmam, ‘Baksana hava aydınlanıyor gibi’ bir köşeye çekilip elindeki
risaleyi okumaya başladı…’ syf 17
'…İdris eliyle ‘Boş ver.’ gibi bir hareket
yaptıktan sonra, dedi ki: ‘Onların Türkmenliği mi kalmış, onlar Fars
uşağıdırlar! Bırak onları; dediğin gibi şimdi Türkmen’in içinden Baba İlyas
diye bir Şeyh çıkmıştır da soyunun hak ve hukukunu arayacaktır.’ ‘Hakkı’ bilirdi de hukuk biraz karmaşık geliyordu. Adam, aynen böyle söylemişti,
galiba fıkıhla ilgili bir şeydi
‘…Allah’ım
ne büyük bir şey; sen beni kayık kıl, Rabbim
ne olursun Senin yoluna girdim, ben zavallı kulunu, bu yola layık kıl…’ syf
43
‘…Bizler, kendi idrakimizle, iyiyi ve kötüyü güzeli ya da çirkini,
olumluyu ya da olumsuzu, bu liste uzar gider, görüp, işitip bildikten sonra,
seçme özgürlüğümüz girer devreye, evet bu zıtlardan birini kendi irademizle
seçeriz. Bu seçim bizi ya o verilen ilahi nefese layık kılar, ya da kılmaz.
İşte layık kılmadığı takdirde bizler o aşağıların aşağısına tam anlamıyla
yaraşmış oluruz. Demek ki elde edeceğimiz iyi, doğru neticeler; ciddi bir
çalışmanın, anlayabilmiş olmanın semeresidir, sonucudur. Yüce Yaratan bize her
imkânı sunmuştur. Bizden beklenen çalışmak; sorup öğrenmek, okuyup öğretmektir,
bilmektir vesselam… Yoksa kötü sonuç elde ederiz…’ syf 56
‘…Evet öyle söyledim, sevmeyi bilmek sevebilmek Yüce Allah’ın kullarına bir armağanıdır,
bu armağanın kıymetini bilmek lazım, sevmeyi bildiğimiz kadar, Rahman’a yakın
oluruz. Yüce Yaratan’ın bizleri sevmesini ister miyiz?...’ syf 57
‘…Yeni
müridlerden biri sordu: Efendim, Yüce Allah’ı gün içinde çeşitli işlerin
arasında böyle sık sık anmak bana sanki O’na karşı yapılan saygısızlıkmış gibi
geliyor yanılıyor muyum?
Hayır,
saygısızlık değil bilakis her fırsatta O’nu anmak O’nu hatırlamak;
hareketlerimize, davranışlarımıza, doğrudan bize yansır, Yüce Allah’a saygıda
ve sevgide kusur etmemiş oluruz. Ayrıca bu hatırlayış, bu anış kişiyi mutluluk
derecesinde memnun eder. Onu daha temiz kılar, hareketlerinde, davranışlarında
daha dikkatli olmaya sevk eder. O kişinin Yaratan’a ve kendine güven duygusunu,
sevgi duygusunu arttırır…’ syf 64
‘…Bak Ferhat Ağa, senin yolunla bizim yolumuz o kadar birbirinden ayrı ki, söyledim
biz dünya işleriyle öyle fazla ilgilenmeyiz, ancak insanları ve dünyayı
anlamaya çalışırız, çünkü bu ikisinin de Yüce Allah tarafından yaratıldığın
biliriz. Çalap Tanrı ile ilgili her şey, bizi ilgilendirir bittabi. Lakin
yaratılmışların işlerine asla karışmayız. Sadece doğru yola, bilirsin Fatiha
suresindeki ‘dosdoğru yola’ çağırırız…’ syf 83
‘…Olmaz olur mu Ferhat Ağam, vardır elbet, en
başta zulüm ve haksızlığa karşı çıkarız.
Yalana dolana, hasetliğe, ikiyüzlülüğe, gıybete, dedikoduya, kine, öfkeye,
bunlar gibi şeylere karşı çıkarız; ancak kılıçla ya da hançerle değil, konuşa
konuşa! O kimsenin gönlüne, aklına, fikrine göre hitap ederiz. Haa şunu da
söyleyeyim ki, kaç zamandır bu köydeyiz, senin zulmettiğini haksızlık ettiğini
işitmedik. Demek zulmetmez, demek adamlarının haklarını korursun…’ syf 85
‘…Bana göre bu imkânsız efendim. Çünkü ben
size beslediğim aşkla, yolunuza
girdim, hamd ederim ki yolda ilerliyorum ve sizde bulduğum aşkla Çalap Tanrı’ya
aşık oldum. Çocuğumu elbet severim, elbet çok severim ama öyle bir aşkla
değil…’ syf 97
‘…Zaten kalabalığız sorularınıza kısa cevaplar
veriyorum… Şükür Yüce Yaratan’a teşekkür etmektir. Ne yazık ki, bazen insanlar,
arkadaşlarına teşekkür etmekte kusur etmeseler de, O’na şükretmeyi unutuverirler!.. Oysa sonsuz nimetleri bize armağan
eden, bizleri koruyup esirgeyen ancak Yüce Tanrı’dır. Onun için şükür kılmak
sizlerden nimetimizi arttırmak O’ndandır. Ve O der ki; ‘Şükrederseniz muhakkak
arttırırım, ama nankörlük ederseniz, bilir; azabım çok çetindir.’ Hamd de bir
şükürdür, lakin şükürden farkı vardır. O der ki, ‘Hamd, yalnız Allah’adır.
Evet, Yüce Allah’a şükür edersiniz, size bir iyilik eden kula da teşekkür edersiniz. Hamd edemezsiniz. Ancak
alemlerin Rabb’ine hamd edilebilir…’ syf 98
‘…Güzel
sordun evladım dedi, madem aklına takıldı, dilimiz döndüğünce anlatalım; Aşk
dedikleri, Allah u Teala’nın Kendi ateşidir ki bütün alemi tutup durur. O
ateşin ocağı da erenlerin gönlüdür. Aşk gönle hareket getirir. Yakar da yakar.
Buna muhabbet ateşi de denir. Sevgiyi bilirsin değil mi?...’ syf 165
Ahilik;
eski Türk töresinden kaynaklanan ve Anadolu’da 12. yüzyıldan itibaren
yaygınlaşarak özellikle şehirlerde, esnaf, zanaatkâr ve çiftçi gibi bütün iş
kollarını içine alan, belli ilkeler ve törenler etrafında, kardeşlik esasına
göre toplanmaya ‘Ahilik’ adı verilir. Ahiliğin iş kollarında düzeni ve kaliteyi
sağlamak gibi işlevlerinin yanı sıra güçsüzleri korumak ve zorbalığı önlemek
gibi ortak amaçlar etrafında oluştuğu bilinmektedir. Günümüzde Ahilik
geleneğinin uzantısı olarak Türk Halk Kültürü’nde ‘Delikanlı Başı, Yiğit Başı,
Yarenlik’ gibi adlarla pek çok delikanlı örgütü ve derneğinin kırsal yöremizde
varlığını sürdürdüğü bilinmektedir. Bu tür geleneksel örgütlenmeler, günümüzde
diğer işlevlerinin çoğunlukla kaybetmiştir, sadece düğün törenlerinin
düzenlenmesinde faaliyet göstermektedir.
Ahi
kelimesi ise Arapça olup ‘kardeşim’ anlamına gelmektedir. Orta Çağ’da esnaf ve
sanat ehlini teşkilatlandıran, dini loncaların o devre göre yardımlaşma ve
dayanışmayı sağlayan dini kurumun yöneticisi. Her esnaf bölüğünün bir şeyhi
olur, bu şeyhe ahi denir ve bu teşkilat fütüvvet teşkilatı diye anılırdı.
Fütüvvet ehli birbirlerini kardeş tanırlar, çok sıkı bir disipline uyarlardı.
Bu şehirdeki ahilerin başlarına Ahi Baba, Ahi Şeyh denirdi. Ahilik, Orta
Çağ’ın, dini ve biraz da tasavvufi manada bir teşkilatı idi; birçok sanat
kolunu da içerisine alıyordu. Emine Işınsu da bu konuya romanında yer vermeden
geçmemiştir:
‘…Ancak doğrusunu da demek lazım; ben bildim bileli, hiçbir yabancı gelip de bu köye yerleşmedi. Ama baak, köyden Kırşehir’e gidenler oldu. Kırşehir’de bilmem namını işittin mi, Ahi Evren diye Ahiliğin kurucusu, bir Ahi şeyhi vardır…’ syf 15-16
‘…Ancak doğrusunu da demek lazım; ben bildim bileli, hiçbir yabancı gelip de bu köye yerleşmedi. Ama baak, köyden Kırşehir’e gidenler oldu. Kırşehir’de bilmem namını işittin mi, Ahi Evren diye Ahiliğin kurucusu, bir Ahi şeyhi vardır…’ syf 15-16
‘…Kadıncık
da gülümsedi ve yemenisini düzelttikten sonra; ‘Bunları, dedi, yani
söylediklerinizi Ahi Evren sohbetlerinden
de öğrenmekteyiz, ancak o ‘olgunlaşmak’ demiyordu. ‘Yüce Allah’ın istediği
insan olmak’ diyor. Zaten ikisi de aynı kapıya çıkıyor değil mi? Olgun olmak ve
Allah’ın istediği insan olmak!...’ syf 32
Şaman sözcüğü,
Mançu-Tunguz dilinden gelmektedir. Tunguzca şaman, saman; Mançu dilinde
sama’dır. Türk kavimlerinde ise saman sözcüğü “kam” sözcüğüne karşılık
gelmektedir. Türk doğacılığının sembolü, Şamanizm’dir.
Şamanizm bir din değil, büyü sistemi olarak yerleşip yayılırken, Türkler, daha
önce mevcut olan atalar lüktü, tabiat kültleri ve Gök Tanrı inancını, Budizm, Maniheizm gibi dinlerin bazı inanç ve
merasimlerini benimsemişlerdir. Budizm, yaklaşık 2500 yıl önce, bugün Buda
olarak bilinen, Prens Siddhata Gotama’nın 35 yaşında bir uyanma ve aydınlanma
yaşaması ile doğmuştur. M.Ö. VI yüzyılda Hindistan’da ortaya çıkan Budizm, Hindistan’ın dışında M.Ö. III.
yüzyılda yayılmaya başlamıştır. Zerdüşt tarafından kurulmuş olan Zerdüştlük İran’ın milli dini olmuştur.
Bu dinin kültürel geçiş alanı üzerinde bulunan Türk ülkelerinde de etkili
olduğunu söylemek mümkündür. Mani dini, Mani tarafından kurulmuş evrensel
karakerli bir dindir. Hristyanlık başta
olmak üzere; Mazdeizm, Budizm ve Mezopotamya dinlerinden birçok unsuru içine
almakta, bu açıdan da senkretik bir karakter taşımaktadır. Hristyanlık,
Türklerin dini tarihlerinin belli bir döneminden temas ettikleri evrensel ve
büyük dinlerden biridir.
‘…Tarikatının, yani yolunun inançları daha ziyade çok eski çağlardan kalmış, çok Tanrılı devirlerden seçilmiş Türkmen inançları ile Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Maniheizm, biraz Hristyanlık derken hepsini karıştırıp bir yemek yapmış, üstüne de tuz niyetine az biraz İslamiyet eklemiştir.’
‘…Tarikatının, yani yolunun inançları daha ziyade çok eski çağlardan kalmış, çok Tanrılı devirlerden seçilmiş Türkmen inançları ile Şamanizm, Budizm, Zerdüştilik, Maniheizm, biraz Hristyanlık derken hepsini karıştırıp bir yemek yapmış, üstüne de tuz niyetine az biraz İslamiyet eklemiştir.’
İdris
bir duraladı, sonra gülümsedi; ‘Yemeğin tadını getiren de tuzdur zati.’ dedi,
kendi şakasına güldü bir süre, sonra; ‘Bak Hacım, dedi; birçok şey saydın ama
ben Hristyanlıkla, Şamanlık’tan
başkasını pek anlamadım. Sen şimdi uzun lafı kısa et; söyle bana, bu adam
Hazret-i Muhammed’e mi inanır yoksa Hz.İsa’ya mı?...’ syf 20
‘…Ali
Timutaş ancak on yedi yaşından sonra ana babasının ve Bektaşilik yolunun kıymetini takdir etmeye başladı. Artık mürit
toplantılarına kesintisiz katılıyor ve çıktıktan sonra her zaman at koşturmak
gereğini duymuyor fakat derin düşüncelere dalıyor. Sonra bu düşüncelerini
babası ve annesiyle paylaşıyordu…’ syf 206 – 207
‘…Zümrütler
köyünden biri; ‘Mesela siz Efendim dedi, almadan vermenin en güzel örneğisiniz;
müritlerinize biz ziyarete gelen köylülere hiç üşenmeden doğru yolu yolumuzu
anlatıyorsunuz, Bektaşiliği
anlatıyorsunuz…’ syf 109
En önemli tasavvuf terimleri doğrudan doğruya Kur’an’dan alınmıştır ve Kur’an iyi, güzel ve doğru olanın peşindedir. Şöyle geçer:
‘..Kızın akıllıca sorusu hoşuna gitmişti Hacı Bektaş’ın, gülümseyerek karşılık verdi; ‘Biz sadece olanı özetlemiştik, olmakta olan ise öğrenmek her olaydan, her kişiden kendine gre bilgiler edinmek, bunun için, senin şimdi yaptığın gibi akıllıca sorular sormak, edindiğin bilgileri mutlak kafa, gönül ve yapabiliyorsa Kur’an süzgecinden geçirmek, insanlara mutlaka hoşgörü ve sevgiyle yaklaşmak ve burası çok önemli; o insanları hiç yargılamamak ancak bilgisi daha üstünse onlara öğretmek ve sakın sakın gönül kırmamak, aynı zamanda karşısındakinin bilgisi üstünse, ondan öğrenmek…’ syf 32
Mürid,
tasavvufta,
iradesini Allah’a teslim etmiş, tarikata girmiş, suluka, manevi yolculuğa
başlamış kişidir. Mürşid, irşad
eden, doğru yolu gösteren rehberdir. Doğru suluku tamamlamış. Hilafet, icazet
almış kişi. İrşada yetkili kılınmış kişi. Çoklukla şeyhle aynı anlamda
kullanılmaktadır. Makam itibariyle çok yalnız olsa bile irşada ermeyen kişi
mürşid olamaz. Çünkü müritleri o yetiştirecek, tarikatın geleceğini onun
eğitimi belirleyecektir:
‘…İdris, bütün dikkatini toplayıp, Hacı Bektaş’ın yüzünü tetkik etti. Bir kısa süre sonra dedi ki; şimdi lafı uzun etmeden, kısacık ve de açıkça söyle bakayım bana; bu velilik, şeyhlik efendim müritlik ne menem iştir? İyi para getirir mi, yok getirmezse ne yiyip ne içeceksin?...’ syf 34
‘…İdris, bütün dikkatini toplayıp, Hacı Bektaş’ın yüzünü tetkik etti. Bir kısa süre sonra dedi ki; şimdi lafı uzun etmeden, kısacık ve de açıkça söyle bakayım bana; bu velilik, şeyhlik efendim müritlik ne menem iştir? İyi para getirir mi, yok getirmezse ne yiyip ne içeceksin?...’ syf 34
‘…Elimi
öpmeden önce geçmiş bütün günahlarına tövbe etmen gerekirdi, ziyanı yok, Allah
izin verirse; Kırşehir’den beş tane mürit
olmak isteyen delikanlı gelecek, eli kulağında yarın olmazsa, öbür gün
gelirler. Onlar da tam mürit değil çünkü merasimlerini burada tekkemizde yani
yapılacak olan tekkemizde yapacağız, sen de aralarına katılacaksın…’ syf 35
‘…Bir
de kazanç meselesini sormuştum İdris Efendi, dedi Hacı Bektaş. ‘Önce şunu
söyleyeyim şeyhlerin ve müritlerin
hemen daima bir meslekleri vardır. Çalışıp para kazanırlar. Ancak burada ziraat
yapmak, buğday ekip biçmek, elde edilen mahsulü kullanmak ve fakir fukaraya
dağıtmak; daha mantıklı olacak gibi. Bakacağız. Efendim bekâr olan dervişler
ki, biz ona ‘Mücerret derviş’ deriz. Tekkede yatar kalkarlar, kazandıklarının
ihtiyaçları dışında hepsini o tekkede para işleri ile sorumlu kim varsa ona
teslim eder. Biz de bu işi aşçı başı yürütecek. Bazı müritler evli ve çoluk
çocuk sahibi olabilirler. İhtiyaçlarından dolayı her zaman muntazam para
ödemeyebilirler, kimse ona ‘neden ödemedin?’ diye sormaz. Bizim yolumuzda
aşçıdır para işlerine bakan… Arada bir de tekkenin bulunduğu mıntıkanın
zenginleri, hayır işlemek için, yahut sırf Allah rızası kazanmak için tekkeye
bağış yapabilirler. Fakat en iyisi tekkenin kendi tarlalarının bulunması;
tarlalarda ekseriya şeyh başta olmak üzere bütün müritler çalışmak
zorundadırlar… Hep beraber bahçeyi, tarlayı, eker biçer; elde ettikleri üründen
önce muhtaçlara dağıtırlar, eğer bu buğdaysa mesela tekkenin ambarı olur, yıl
boyu isteyene vermek ve tekkede ekmek yapmak için kullanılır. Bu ambar büyüktür
ve içi buğday çuvalı, un çuvalı doludur. Burada da Allah izin verirse tarla
satın alıp müritlerin hep beraber ekip biçmeyi öğrenmelerini istiyoruz ki
insanın en çok ihtiyacı olan şey undur, buğdaydır. Eli açık tekke diye ün
salmamız iyi olur ki, ihtiyacı olanlar bize gelebilsinler, diye düşünmekteyiz.
Bu köy için değil yalnız, civar köylerin, şehirlerin fakir fukarasına
yetişmeliyiz… Ancak demin de söylediğim gibi bizim yolda aşçı sorumludur,
paradan, alışverişten. Veli bu işlerle ilgilenmez…’ syf 36
‘…Evet
sesi kesildiğine göre gidebiliriz camiye, şimdiki sorusuna cevap vermiştim
demin; bir veli Yüce Allah’a yaklaşma yolunda müridinin rehberidir, onun
yardımcısıdır. Müritleriyle tek tek
ilgilenirken, onları manevi bakımdan yükseltmeye çalışır. Onların gönülleriyle
ilgilidir. İç dünyalarını kuvvetlendirir başta aşk ve edep…
‘…Efendim
diye sordu, yeni hanım müritlerinden
biri; tevhit çekerken mecbur olarak biri ile konuşmak zorunda kalsak sonra da
zikrimize devam etsek olur mu?
Olur,
arada konuştuktan sonra zikrine devam edebilirsin, ancak bunu bir adet haline
getirme…’ syf 63
‘…Gayet
tabii, kendi köyünüzde yaşayıp bana mürit
olabilirsiniz, lakin yolda takıldıklarınız olursa ki olur, bir zahmet buraya
gelip sorarsınız: Tövbe’ye gelince Kur’an’ı Kerim şöyle söyler: ‘Çok samimi bir
dönüşle Allah’a tövbe ediniz. Kul kötü halden dönünce tövbe veren Allah’ın
kendisidir. Onların tövbe etmeleri için Allah onlara teveccüh buyurdu. ‘Şimdi
ey inananlar mü’min kullar; öyle tövbe etmek gerekir ki, onda tereddüt ve şüphe
olmasın. Yine tövbeyi öyle yapmak gerekir ki, fayda getirsin. Çünkü tövbe etmek
pişmanlıktır. Pişmanlığın esası budur ki, yetmiş yıllık günah bir özre
değişilir; tövbe ederken mümkünse vücudunuz ve elbiselerinizle temiz, pak olun,
kıbleye dönüp, günahınızı hatırlayın ve çok içten bir tarzda samimiyetle tövbe
edin, isterseniz tövbeden önce Allah rızası için iki rekât namaz kılın, bu daha
iyi olur. Fakat sonuç olarak; temiz olun, samimi olun. Bu iki husus da pek
önemli. ‘Hacı Bektaş, karşısındaki adamlara tek tek baktı, hepsi başlarını
önlerine eğmişlerdi, hepsinin aklından geçirdiği kendi günahları vardı,
pişmanlık içindeydiler... Hacı Bektaş devam etti. Ey Mü’minler şimdi tevekkülle
özre önem verin ki, hatalarınız az yüzleriniz ak olsun. Her zaman af dilemek
sizden, kabul etmek Yüce Allah’tandır. Unutmayın, Kitap’ta söylendiği gibi
‘tevekkül eden kimseye Allah yeter’…’ syf 97-98
‘…Anlatayım,
önce insan niçin bir yola girer de şeyhine mürit olur bunu soralım ve çünkü
diye cevap verelim, o kişi şeriatın kullarına uymakla yetinmeyip, onlara devam
ederken onlardan biraz daha derine inmeye, Yüce Allah’a daha yakın olmaya
ihtiyaç duyabilir, bunu bir çeşit gönül daralması olarak hisseder, kendisine
yol gösterecek bir veli aramaya başlar, şaşkın ve heyecanlıdır… Ama rastladığı
herhangi bir veliye yapışabilir ki bunu hemen yapmaması gerekir, e onu yakından
izlemesi; sözlerine kulak vermesi, mizacını anlaması gerektir, çünkü bu kişi
Yüce Allah’ın celal sıfatıyla sınıflanmışsa çabuk öfkelenir, yufka kalpleri
kırabilir, eğer öylesini arıyorsa, ona sığınabilir bittabi, onun yolunu izler..
Yok eğer o veli Yüce Allah’ın cemal sıfatı ile sınıflanmışsa; hemen
öfkelenmeyeni hatta hiç öfkelenmeyen gülümseyen, yumuşak konuşan,
konuşmalarıyla karşısındaki sarıp sarmalayan, ona pek çok özgürlük tanıyan bir
kişi de olabilir, yahut ikisi ortası bir mizaca da sahip olabilir. Yani mürit
olmak isteyen kişinin de ne aradığını bilmesi lazım gelir. Şu iyidir, bu kötü
mizaçlıdır diyemem, tümü de Yüce Allah’ın muhtelif sıfatlarıyla
sınıflanmışlardır çünkü. Eh şeyhlerden bahsettik, biraz da müritlerden
bahsedelim şimdi; mürit, ilki ‘mutlak mürit’ bu kişi odur ki; her türlü halde,
şeyhine ‘Niçin?’ diye sorup delil istemez ona mutlak itaat eder, nedenini
niçinini sormandan. İkincisi mecazi mürit. Bu da görünüşte şeyhinin istediği
gibidir. Fakat içten kendi istediği gibi olur. Üçüncüsü; dönek mürididir. Dönek
mürit odur ki şeyhinin kendi sevmediği, beğenmediği, bir halini görünce ondan
yüz çevirir. İşte bunlar genel olarak mürit tipleridir. Tarikata gelince ilk
makamı pirden el almak, ikincisi; o güne kadarki geçmiş günahlarına tövbe
etmektir. Bizim yolumuzun üçüncü makamı; saç kesmek, tıraş olmak, elbise
değiştirmektir. Çünkü Kur’an ‘başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış
olarak Mescid-i Haram’a, yani Kâbe’ye gireceksiniz.’ der.
Hacı
Bektaş bir nefes alıp durdu, kendisini dinleyenlere baktı, hepsinde
anlattıklarına bir ilgi sezdi. Memnun olup, devam etti; Tarikatın dördüncü
makamı nefis savaşında olgunlaşıp pişmektir. Kur’an’ımız der ki, ‘Öyleyse o
ateşten sakının ki, onun odunu insan ve taşlardır.’ Nefis ateşinden sakınmak,
onunla içte bir savaş yürütmek gerektir. Nefis nedir?: Şüphesiz benliktir.
Kur’an der ki ‘ Benliğini temizleyip arıtan gerçekten kurtulmuştur.’ Ve yine
der ki, ‘Nefsimi ak pak gösteremem. Çünkü nefis Rabbimin merhamet ettiği
durumlar hariç olanca gücüyle kötülüğü emreder. Ama Rabb’im çok affedici, çok
esirgeyicidir. Bir başkası; nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye ısındırdı da
o da diğerini öldürdü. Böylece hüsrana uğramışlardan oldu. ‘Evet daha böyle
nefisle ilgili ayetler vardır. Fakat bu üçünde de görüyorsunuz ki, eğer
benliğinizle içten ve sıkı bir mücadele yürütmezseniz siz pişman olursunuz.
Nefislerinizi başınızın üstünde taşımayın. Ayaklarınız altına alın ve onu
mutlaka temizleyip arıtın. Alçak gönüllü edin. O size hükmetmesin, siz ona
hükmedin. Bir ayet daha hatırladım, şöyle; ‘İyilik ve güzellikten sana her ne
ererse Allahtandır. Kötülük ve çirkinlikten sana ulaşan şeyse kendi
nefsindendir. Biz seni insanlara bir Rasul olarak gönderdik. Tanık olarak Allah
yeter.’ Şimdi tarikatın beşinci makamı; hizmettir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle
buyuruyor: Hizmet eden kimse, himmet bulur. Altıncı makamı korkudur. O halde
hemen Allah’a kaçın küfrü ve inkarı bırakıp imana gelin. Yedinci makam ümit
etmektir. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin der Kur’an. Sekizinci makam;
hırka, zenbil, makas, seccade, yüz taneli tesbih, iğne ve asadır. Nitekim biz,
ilk beş müridimize bunları vererek yolcu ettik. Çünkü bunlar azizdir, azizlere
verilir. Dokuzuncu makam; mekan sahibi, cemiyet sahibi, cemaat sahibi, nasihat
sahibi, Muhammed sahibidirler. Yani Allah onları, onlar da Allah’ı aşkla
severler.. Onuncu makam; aşk, şevk, sefa ve fakirliktir. Fakirlik, dünyanın her
türlü malı, mülkü ile ilgisini kesmektir. Kur’an’dan duası, ‘Ya Rabbi! Bana
Müslüman olarak ölmeyi nasip eyle, beni sarih temiz kullarının arasına kat dır.
Bu makam candır, biz gönle can deriz. Bu makamda kişi tam bir gönül olmuştur,
can olmuştur. Eğer Allah’a ulaşırsa sevinmek, oynamak, zevk ve şevkle hareket
etmek şaşılacak şey değildir. O hareketler Yaratan’ın dostluğu içindir.
Helaldir. Çünkü ilahi nasiptir. Her kime nasip olursa bunu belirtmelidir. Yüce
Allah daha iyi bilir…’ syf 100-101-102
‘…Mürit
olmaya hak kazanmış bir insan önündeki yolda ürüyebilmek için sabra muhtaçtır
çocuğum.- Hacı Bektaş dikkatle Rıdvan’ın gözlerinin içine baktı ve konuşmasına
devam etti; şu dakikadan itibaren azimle karar ver sabırlı olacağına, buna
ciddi bir şekilde çalışacağına..’syf 99
‘…İdris bir miktar velisini taklit ederek,
‘Şimdiii’ diye başladı. Geçen günkü toplantıda sen üç türlü mürit vardır,
dedin.
Evet,
mutlak mürit, mecazi mürit, dönek mürit anlatmıştın bunların hallerini.
‘Evet
anlattın velim, ben de oturup şu senin müritlerini gözden geçirdim; inanmazsın
içlerinden kaçı mecazi kaçı dönek çıktı. Yani demem odur ki başta ben olmak
üzere sana ancak birkaç tane mutlak mürit kaldı. İsimlerini de elindeki kâğıdı
gösterdi; işte buraya yazdım…’ syf 103
‘…Hünkârım
derler ki ‘Bir müridin yetişebilmesi, Hz. Ali’nin manevi yardımları ile
mümkündür’ bu iddia doğru mudur?
Yüce
Allah’ın bir kula sevgi duyması için; ahlak, edeb, ibadetler üstünlüğünün
yanında velayet yoluna da sapmış olması tercih edilir. Böyle bir yolun rehberi
de şeksiz şüphesiz Hz. Peygamberdir. Peygamber Efendimiz; velayet yolunun feiz
ve hidayet kaynağı olarak Hz. Ali’yi görevlendirmiş ve arkasından gelecek kendisinin
vekili olan velilere de Hz. Ali’yi işaret etmiştir…’ syf 64
‘…İşittim
ki; bunun için de arada sırada karanlık bir hücreye çekilip kırk gün çok az bir
yemek ve suyla yetinip vaktinizi dua etmekle geçirirmişsiniz.
Doğrudur.
Bu söylediğinin ismi ‘halvete girmektir.’ Vakti zamanı geldiğinde her mürit
halvet zevkini yaşayacaktır. Bir müridin, kaç gün, nasıl, ne şekilde bir
halvete gireceği, velisi tarafından, o kimsenin huyuna suyuna, meşrebine,
dayanma gücüne göre ayarlanır. İlle de şu kadar vakit, bu kadar yemek ve su,
diye kesin bir halvet zamanı ve yiyeceği yoktur. Kırk gün ise genellikle
müritlerin istedikleri dayanabildikleri halvet müddetidir. Her şey müridi
alıştıra alıştıra olur, baştan üç günlük bir haftalık gibi süreler de
konabilir…’ syf 84
‘…Kadıncık
bir çeşit sınav heyecanından, hemen hiç yapmadığı bir şeyi yaptı. Hünkarının
sözünü kesti ‘Efendiciğim burada iç alemle savaş demek nefsimizle yaptığımız
savaş demektir.’…’ syf 144
‘…Çıkan Osman’ın ardından hafifçe nemlenmiş
gözlerle baktı Hacı Bektaş. Düşündü sanki daha dün gibiydi, buraya gelişi;
İdris’in onu evlerine götürmesi, Kadıncık’ın o rahat, içten halleri… Burada ilk
müridi olmuştu. Tekkenin, şunun bunun inşaatları... Ve derken ilk halifeler..
Sonra öbürleri…’syf 152
‘…Düşüncelerinin arasında Kadıncık’ın sesini
işitti, birden soruvermişti Hacı Bektaş’a; Siz de bir veli misiniz? Fakat
İdris’i asıl şaşırtan, öbürünün cevabı oldu, biraz mahcup ve usulca verilen bir
cevaptı bu; ‘Evet, Yüce Allah, bize bir vazife verdi; mürit yetiştireceğiz…’ syf 33
‘…Hacı
Bektaş genç müridinin verdiği sırrın
üstünü örtmek için, alelacele; ‘Bu bir mana’ sorusudur Aziz Efendi…’ syf 110
Tarikat;
“tarik”, yol anlamındadır. Sufilere göre dinin bir dış yüzü bir de iç yüzü
vardır. Dış yüzü şeriattır. Din ve şeriat semavi emirlerin tamamıdır. Bunlar;
inançlar, ibadetler ve dünyaya ait işler olarak üç bölüme ayrılır. Dinin iç
yüzü ise “biliş, görüş ve oluş”un gerçekleşmesidir. Buna “hakikat” denir Şeriattan hakikate yapılan yolculuğa
“manevi yolculuk” bu yolda yürüyene de “manevi yolcu” ya da “salik” denir. Her
tarikatta bu manevi yolculukta müride önderlik eden şeyhe “mürşid” denir.
Mürşide biat edip tarikate giren kişi de “salik” sayılır. Şeyh, sülukunu
bitirmiş kişidir. Halifeden bu mertebeye erdiğine dair “icazet” almıştır. Tarikat, terim olarak mürid veya sufiyi
Allah’a götüren yollar anlamındadır. Bu tanımdaki yol, tasavvufi eğitimi ve
Allah’a ulaşma yolculuğunu anlatır. Ayrıca tarikatların ve kurucu şeyhlerin
tarz ve neşvelerini de anlatır. Tarikatların ortaya çıkışları 12.yüzyıldan
sonra olmakla birlikte bir yaşama biçimi olarak kaynakları İslam’ın ilk
dönemlerine, Hz. Muhammed’in hayatına kadar uzanmaktadır. Kitabımızda tarikat
ve şeriat ile ilgili yerler geçmektedir:
‘…Doğrusu şeriat da, tarikat da yol anlamını taşırlar. Şeriat uzun geniş bir yoldur, tarikat da ondan çıkan tali bir yol. Biliyorsun, hedef; Yüce Allah’a daha çok yakınlaşmak olduğu için bizler şeraitin emrettiğinden daha fazla ibadet ederiz. Bunlara nafile ibadetler denir. Ayrıca, ahlakımızı düzeltmeye, iyi, doğru, haksever, çalışkan ve bilgili olmaya, hoşgörülü, yumuşak kalpli sonu olmayan bir edeple edeplenmeye, Yüce Allah’ı ve her yarattığını sevmeye şu dünyanın geldi gittisi ile uğraşmaya, mümkün olduğu kadar hatta ‘mümkünü de zorlayarak’ nefsimizi terbiye etmeye çalışırız…’ syf 84
‘…Doğrusu şeriat da, tarikat da yol anlamını taşırlar. Şeriat uzun geniş bir yoldur, tarikat da ondan çıkan tali bir yol. Biliyorsun, hedef; Yüce Allah’a daha çok yakınlaşmak olduğu için bizler şeraitin emrettiğinden daha fazla ibadet ederiz. Bunlara nafile ibadetler denir. Ayrıca, ahlakımızı düzeltmeye, iyi, doğru, haksever, çalışkan ve bilgili olmaya, hoşgörülü, yumuşak kalpli sonu olmayan bir edeple edeplenmeye, Yüce Allah’ı ve her yarattığını sevmeye şu dünyanın geldi gittisi ile uğraşmaya, mümkün olduğu kadar hatta ‘mümkünü de zorlayarak’ nefsimizi terbiye etmeye çalışırız…’ syf 84
‘…Efendim,
üç yıldır imamlık etmekteyim, dokuz yaşından beri şeriati harfiyen takip ederim, fakat artık içim daha fazlasını,
şeriatin ötesini, yani üstünü tam kelimeyi bulamadım, af buyurun, derini, Yüce
Allah’a daha yakın olmayı istemekte; dört elle sizin evlatlığınıza kabul
edilmek, eteğinize yapışmak istiyorum. Vallahi imamlık yetmiyor…’ syf 59
‘…Oysa
Kadıncık, şeraiti de içine alan ve
fakat onun üzerinde, ötesinde; kendini Allah’a yakınlaştıracak bir yol
peşindeydi. Bu yolun; içindeki karmaşaya bir yön vereceğini, onu bütün
adiliklerden, gündelik dünyaya ait meselelerinden sıyırıp çıkaracağını, gönül
çırpıntısına ve göğsünde yanıp duran, bu hali ile de genç kıza eziyet eden bir
şeye; duyguya belki düşünceye, belki ikisine birden merhem olacağını umuyordu.
Arayışlar, umutlar içindeydi ve Rahman, bugün onun yüzüne bakmış, kendisine
yardım edecek birini yollamıştı…’ syf 43
Yesevilik,
Ahmet Yesevi tarafından Maveraünnehir’de Melametiyye okulunun kolu olarak
kurulan bu Türk tarikatı, kısa zamanda konar-göçer Türk boylarının
sosyo-kültürel yapılarına uyarlanmış, eski Türk inanç ve gelenekleriyle
karışmış bir mahiyet kazanmıştır. 12.yüzyılın ortalarından itibaren Türkmenler
arasında yayılmıştır. Baba, dede veya Ata ünvanlı Yesevi dervişleri İslam
inanışlarını yüzeysel bir biçimde yorumlayıp müritlerine sunmaktaydılar.
Yesevilik göçebe Türkmen çevrelerine adapte olarak sade ve içten bir halk
tasavvufu haline gelmiştir. Kitapta şöyle geçer:
‘…Hacı Bektaş ciddileşmişti. ‘ Bu zat, Allah sırrını kutsasın, yine Rahman sırrını kutsasın, Ahmet Yesevi Hazretlerinin ki o , Türk velilerinin birinci halkasıdır, Türk tarikatlarının hepsi onun öğretisine dayanmaktadır. Kendisine Hazreti Türkistan da denir, onun öğrencisidir Lokman Perende, biz altı, yedi yaşımızdayken, onun mübarek ellerine teslim edildik. O zamanlar Hazret çok yaşlıydı, doksanını çoktan geçmişti fakat kendisinde öyle bir kafa ve öyle bir gönül vardı ki asla kocamıştı denilemez. Yani biz Yesevilikten beslenmiş bir aciz kuluz. Yüce Rahman’ın verdiği görevi, şeyhimizin gönderdiği toprakta yapmaya çalışacağız…’ syf 33-34
‘…Hacı Bektaş ciddileşmişti. ‘ Bu zat, Allah sırrını kutsasın, yine Rahman sırrını kutsasın, Ahmet Yesevi Hazretlerinin ki o , Türk velilerinin birinci halkasıdır, Türk tarikatlarının hepsi onun öğretisine dayanmaktadır. Kendisine Hazreti Türkistan da denir, onun öğrencisidir Lokman Perende, biz altı, yedi yaşımızdayken, onun mübarek ellerine teslim edildik. O zamanlar Hazret çok yaşlıydı, doksanını çoktan geçmişti fakat kendisinde öyle bir kafa ve öyle bir gönül vardı ki asla kocamıştı denilemez. Yani biz Yesevilikten beslenmiş bir aciz kuluz. Yüce Rahman’ın verdiği görevi, şeyhimizin gönderdiği toprakta yapmaya çalışacağız…’ syf 33-34
Hz.
Muhammed, peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü, insanların en
efendisi ve en mükemmeli olarak nitelendirilir. Hz. Muhammed, İslam dininin
kurucusu ve Kur’an-ı Kerim’in indirildiği peygamberdir.
Kainattaki en büyük
olay Hz. Muhammed’in dünyaya gelişidir. Dolayısıyla onun dünyaya gelişi sırasında
bazı olağanüstü olaylar meydana gelmiştir. Hz. Muhammed’in doğduğu gece bir
yıldız parlamış ve Yahudi alimler bu yıldızdan Hz. Muhammed’in doğacağına
inanmışlardır. Medayin’deki Kisra Sarayı’ndan on dört burç çatırdayarak
yıkıldı. Peygamberimizin doğduğu haberini aldılar. Bu aynı zamanda İran
saltanatının da kalkacağına işaretti. Altmış yedi yıl sonra İran, İslam
devletleri topluluklarına katıldı. Kabe’deki putların pek çoğu kendiliğinden
baş aşağı yıkıldı. Hz. Muhammed kısa zamanda Kabe’yi putlardan temizledi.
İstahbarat’ta bin seneden beri yanmakta olan Mecusilerin kocaman ateş yığınları
bir anda sönüverdi. Mecusiler bu ateşleri kendilerine ilah kabul etmişlerdi.
Ateşlerin sönmesi ile Hz. Muhammed putperestlik gibi, ateş perestliği de ortadan
kaldırdı.
Hz. Muhammed’in
gerçekleştirdiği söylenen pek çok mucize vardır. Mesela Hz. Muhammed’in Kureyş
kabilesinden bazıları, mehtaplı bir gecede ondan mucize istediler. O da
parmağını aya uzatınca iki parça oldu. Peygamber bir gün eshabı ile beraber
Hüdeybiye’ye geldi. Orada su olmadığını haber verdiler. Bunun üzerine
Peygamber, yanında mevcut bulunan sudan abdest aldı. Parmaklarından çeşmeler
gibi su akmaya başladı. O sudan hepsi içtiler. Peygamberin gerek çorak kuyudan
veya yerden su çıkarması, gerek az olan suyu çoğaltması hususundaki mucizeleri
çoktur. Sahabeden birinin Medine’deki evinde bir acı su kuyusu vardı. Peygamber
birkaç kere içine tükürdü; acı su tatlı oldu. Ayrıca Peygamberimizin
hayvanlarla konuşması da mucizeleri arasındadır. Peygamber, bir gün Kabe’nin
kapısı önünde otururken, ayağını köpek ısırmış biri geldi. Hz. Muhammed derhal
yerinden kalkıp köpeğin yanına gidince köpek kuyruğunu sallayarak söz söylemeye
başladı. Peygamber, onları niçin ısırdığını sorunca köpek de onların Ebu Bekir
ile Ömer’e düşmanlık ettikler için Allah’tan onu bunlara musallat kıldığını
söyler. Kitaptan kesitler şunlardır:
‘…İdris bir hayli düşündü sonra kararını verdi, kaşların çatıp son derece ciddi bir ifadeyle; Hz. Muhammed’e inanıyor, dedi, aklında sultanlık falan gibi dünya işleri yok! Çünkü buraya bizleri çağırmaya gelen er kişi ‘Baştaki adamın bu dünyada gözü yoktur, o zaten yukarıya karışmış bir insan, yüksek merhametinden, Allah’ın rızası için, Türkmen’in tarafını tutmaktadır. Çünkü zaten şeyh olmuş, bu dünyanın değil öte tarafın adamıdır’ dedi… Anladın mı, ben doğrusu o çağrıcıya çok inanmadım, hiç gülüp söylemeden ciddi ciddi konuştu. İşte benim diyeceğim de bu kadar, uzunu kısa ettim…’ syf 20
‘…İdris bir hayli düşündü sonra kararını verdi, kaşların çatıp son derece ciddi bir ifadeyle; Hz. Muhammed’e inanıyor, dedi, aklında sultanlık falan gibi dünya işleri yok! Çünkü buraya bizleri çağırmaya gelen er kişi ‘Baştaki adamın bu dünyada gözü yoktur, o zaten yukarıya karışmış bir insan, yüksek merhametinden, Allah’ın rızası için, Türkmen’in tarafını tutmaktadır. Çünkü zaten şeyh olmuş, bu dünyanın değil öte tarafın adamıdır’ dedi… Anladın mı, ben doğrusu o çağrıcıya çok inanmadım, hiç gülüp söylemeden ciddi ciddi konuştu. İşte benim diyeceğim de bu kadar, uzunu kısa ettim…’ syf 20
‘…Böyle
dersen kendine, olmaz İdris Efendi!.. Bil ki kötü söylemek kötüyü, iyi söylemek
de iyiyi çağırır; bunu bileceksin, ona göre düşünüp konuşacaksın. Peygamberimiz, hep iyi görür; iyiyi,
güzeli söyleriş. Bir gün sahabeden birkaç kişiyle yolda yürüyorlarmış. Bir
köpek leşi görmüşler. Yanındakiler, burunlarını tutup öf pöf edip kaçarlarken,
Peygamberimiz ‘Ne de güzel dişleri varmış bu hayvanın.’ demiş, bunun üzerine
Hz. Ali utanıp dönmüş, sevabına leşi sürükleyip bir yere gömmüş. Sonra o da
yavaş yavaş her şeyin iyi ve güzel tarafını görmeye başlamış…’ syf 24-25
‘…Çocuklar
gibi hayvanlar da bize Yüce Allah’ın
lütfettiği emanetlerdendir. Hal böyle olunca elbet emanete hıyanet etmemek
gerekir. Aksi halde günaha gireriz. Yemeğinde, suyunda çok dikkatli olduğunuz
gibi, onları güzellikle, iyilikle muamele etmeniz lazımdır. Tıpkı çocuklarınız
duyduğunuz şefkati hayvanlara da duymanız lazımdır. Hayvan dövülmez, hayvan
kırbaçlanmaz…’ syf 57
‘…Hacı Bektaş birden kızdı, sertçe konuştu: ‘Estağfurullah, estağfurullah!.. Ne haddime, ne kudretime!.. Hz. Peygamber gelmiş geçmiş ve gelecek olan bütün insanların içinde tektir, mükemmeliyetin tek örneğidir. Haşa! Yolumuz önce şeriat sonra tarikattır. Çünkü Hz. Peygamber son Peygamber, dinimiz son dindir. Kitabımız son kitaptır! Ve bunu böyle bilmeyen kafirdir!.. –Sesi biraz yumuşadı. Ferhat Ağa dedi, değil biz, sadece ‘Müslüman’ım’ diyen şeraitin beş şartına uymaz ise, tabii hacc konusu o kişinin para durumu ile ilgilidir, evet şeraitin beş şartına uymaz ise iman etmiş sayılmaz!. Yüce Allah’a inanmak imandır, Yüce Allah buyruğunu tutmak da imandır. O’nun yapma dediğini yapmak ise, O’na inanmamaktır. Açıkça söyleyeyim bize göre yolumuza göre ameli olmayan kimse, iman etmiş sayılmaz. Bizler önce şeriat sonra tarikat marifet ve hakikat deriz ve bu makamlarda ilerleyen kişi bir önceki, iki, üç önceki makamlarını da beraberinde taşır, tümünün görevlerini de, sorumluluğunu da üzerine alır. Onun içindir ki bu yolda ilerleyen kişi yükümlülüğü azalan değil çoğalandır. Tekrar ediyorum onun içindir ki, bu yolda ilerleyen kimse göğsünde koca bir gönül biz ona ‘can’ da deriz, evet koca bir can taşır…’ syf 81-82
‘…Efendim Peygamber Efendimiz’in,
halifeler arasında en çok Hz. Ali’yi sevmiş olduğu doğru mudur?
Peygamber
Efendimiz, Hz. Ali’yi bir kardeş belki de bir evlat olarak görmüştür. Bu yüzden
ona sevgisinin biraz daha fazla olduğu düşünülebilir. Fakat tabii doğrusunu
Yüce Allah bilir. Unutmayın, Hz. Peygamber dünyaya, büyün insanlara bir rahmet
olarak gönderildi. Sadece insanlara değil yaratılmış olan her şeye büyük
sevgisi vardı. Hz. Peygamber ve halifeleri bir el gibi düşünürsek;
Peygamberimiz baş parmak, diğerleri sırasıyla Hz. Ebubekir şahadet, Hz. Ömer
orta, Hz. Osman taharet, Hz. Ali’yi de küçük parmak olarak değerlendirebiliriz.
Mühim olan dört halifenin de Kur’an ve sünnetin ışığında tek bir elin
parmakları gibi birbirleriyle uyun içinde vazife yapmış olmalarıdır…’ syf 62-63
‘…Hacı
Bektaş tekrarladı: ‘Yolda, yolcularımızın büyük servetleri bile olsa
fakirdirler. Çünkü onların dünya malında mülkünde gözleri yoktur, eğer mesela
velileri emretse bir çırpıda her şeylerini bırakır bir daha dönüp de arkalarına
bakmazlar. Unutmayın Sevgili
Peygamberimiz de ‘kendi fakirliğimle’ öğünürüm demişti. Kastettiği bu
fakirlikti…’ syf 39
‘…Hünkârım
tek siz gelir olun, biz yeterinden pek fazla hayvan kesmeyiz; işte Yüce Allah’ın ve sizin huzurunuzda, söz
veriyoruz. Ama mutlaka buyurup gelin. Camimiz büyüktür, namaz araları
sohbetlerinizi dinleyelim…’ syf 162
‘…Rıdvan
hiç duraksamadan cevap verdi: ’49. Sure Hucurat’da, on ikinci Ayet’te şöyle
söyler: ‘Ey iman edenler! Zandan çok sakının çünkü zannın bir kısmı günahtır.
Sinsi casuslar gibi ayıp aramayın! Gıybet ederek biriniz ötekini arkasından
çekiştirmesin! Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemek ister mi?.. Bakın
bundan iğrendiniz. Allah’tan korkun!.. hiç kuşkusuz Allah tövbeleri çok kabul
eden, Rahmeti sonsuz olandır. İşte bu ayet, Efendim beni çok çarptı. Sizin
konuşmalarınızda ise, mesela; ‘Hayır için sözü olanlar birbirinin ardından ve
hiç kimsenin ardından kötü söz etmeyenlerdir.’ Bu söz; hem ‘birbirlerinin
ardından söz etmemek’ hemde ‘Hayır için sözü olanlar’ etkiledi beni; demek
mürit olarak şu fakirin de hayır için sözleri olmalıydı, diye. Bir de bir
sözünüz düşündükçe tebessüm ettirdi beni. Sanıyorum bir kötülüğe karşı
kötülükle mukabele etmek konuşuluyordu. Bizlere kötülüğe karşı susmamız yahut
iyilikle cevap vermemizi söylerken şöyle demiştiniz; Siz sizi ısıran köpeği ısıracak mısınız?... İşte siz o karanlığa
girenlerden olmayın!...’ syf 113
Muhip,
Mevlevi
ve Bektaşilerde tarikata girmiş, fakat henüz dervişliğe ikrar vermemiş kişidir:
‘…Evet muhip, seven demektir, gerçekten sever bizleri Ferhat Ağa. Tabii
bizler de onu severiz. Muhip unvanı almaya hak kazanmıştır…’ syf 163
‘…Hacı
Bektaş, onu hep gülümseyerek dinlemişti, ‘Var aslında böyle bir unvan, tam bu
anlattığın haline uyan, bundan böyle sen de yolumuzun muhibi oldun Ferhat Ağa. ‘Muhib’ seven demek. Tarikata giremeyip de
dışarıdan seven kişilere, muhib denir. Akşam namazından sonra camide köylüye
söyleriz. Bu unvanını onlara da ‘hayırlı olsun’ derler, hayra karşı gelirsin…’
syf 95-96
‘…O
halde efendim bizim köye de Muhipler
unvanı verin, ihtiyardan çocuğa yaşlı kadınlardan genç kızlara kadar herkes
sizleri sever…’ syf 163
Vahdet-i
vücud, bütün varlıkların bir oluşu, aynı oluşu Hak’tan
başka bir şeyin olmayışıdır. Vahdet-i Vücudla ilgili söylenenler ezelde, halde
ve ebede olmak üsere üç kısımda incelenebilir. Romanda bu konu ile ilgili şöyle
bir kesit bulunmaktadır:
‘…Hacı Bektaş; bu söylenene, dedi Vahdet-i Vücud derler, vücud birliği anlamına gelir, şöyle izah etmek mümkün: Biraz insanlar, çevremize, kendimize, cümle insanlara bakıp bizlerin ve bir takım şeylerin ‘ var olduğu zehabına kapılırız.’ Yani Allah’tan ayrı olarak başka şeylerin mevcudiyetine inanırız. Oysa ki o gördüklerimiz sadece Büyük İsim ve Sıfatların görüntülerinden ibarettir. Şöyle sorsam sana dalga denizden ayrı bir varlık mıdır?..
‘…Hacı Bektaş; bu söylenene, dedi Vahdet-i Vücud derler, vücud birliği anlamına gelir, şöyle izah etmek mümkün: Biraz insanlar, çevremize, kendimize, cümle insanlara bakıp bizlerin ve bir takım şeylerin ‘ var olduğu zehabına kapılırız.’ Yani Allah’tan ayrı olarak başka şeylerin mevcudiyetine inanırız. Oysa ki o gördüklerimiz sadece Büyük İsim ve Sıfatların görüntülerinden ibarettir. Şöyle sorsam sana dalga denizden ayrı bir varlık mıdır?..
Düşünürsek
dalga denizin bir halidir efendim.
Tamam,
işte bu, dalga denizden ayrı bir varlık değildir. Evet dalga denizin bir
halinin tecellisidir. Yani görüntüsüdür… İşte bizim var sandıklarımız da
öyledir, Yüce Deniz’den ayrı değillerdir, o halde gördüğümüzü sandığımız ayrı
varlıklar sadece O’nun İsim ve Sıfatlarının tecellilerinde ibarettir. Şimdi
anladın mı?...’ syf 129
Zühd,
dünyayı
ahretle bir ve eşit tutmaya veya ondan daha üstün tutmamaya; maddeye ve eşyaya
karşı tavır ortaya koymaya İslam tasavvufunda zühd denilmektedir. Zühd,
tasavvufun temelidir. İbadet ise zühdün tabii sonucudur. İbadetlerin amacı,
nefsi disiplin altına alarak Allah’la yakınlaşmaktır. Tasavvuf ile zühd
arasındaki münasebet de bu açıdan önemlidir. Zühdde korku, tasavvufta aşk
unsurunun ağır bastığı görülür:
‘…Zühd ne demek?
‘…Zühd ne demek?
Zühdün
kelime anlamı bir şeye karşı ilgi duymamak, onu değersiz bulmaktır. Tasavvufta
ise zühd insanın ahretine gerekmeyen her türlü dünya işinden, maddi manada
dünya işlerinden alakalarından uzak durmaktır. Özellikle mal, mülk, şöhret,
kudret sevdasına hiç bulaşmamaktır. Oysa malı olup da mala; şöhreti olup da
şöhrete; kudreti olup da bu kudrete aldırmamak, her kişinin karı değildir. Hiç
olmazsa dudaklarımızdan döküldüğü kadar onu yaşamamız kolay değildir. Zordur.
Bunlardan yani dünya nimetlerinden ve nefsimizin onları arzulamasından bilinçli
olarak kaçabilmek için Yüce Çalap Tanrı’yı çok sevmemiz, yalnız onun sevgisine
sığınmamız lazım gelir… Şimdii, sanki zaten malsız, şöhretsiz, kudretsiz
olanlara bu iş daha kolay gibi görünse de o da öyle değildir. Yüreklerinin
içinde mal, şöhret, kudret hırsını besliyor olabilirler. Bu hırsı tatmin etmek
için olmadık işlere bulaşıyor olan...'
Marifet, sufilerin ruhani halleri yaşayarak, manevi ve ilahi halleri yaşayarak elde ettikleri bilgi. Tarikat yoluna giren sufilerin birtakım ruhani felsefeleri aşarak ilahi hakikatler vasıtasız olarak ulaşımları irfan elde etmeleri anlamında bir tabirdir. Kul Allah’a önce onun sıfat ve isimlerini tanımaya çalışarak yaklaşır. Çile ile nefsini arındırır. Kendisi ve çevresine yabancılaşır. Marifet Allah’ın kuluna kendisi hakkında verdiği bilgi anlamındadır. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat bütün bunlar kulu Allah’a yakınlaştırır, birbirlerinin devamı yolundadır.
‘Marifet!.. Evet, şimdi.. Dedi hacı Bektaş. Günlük dilde kilim dokuyan bir hanıma güzel dokuyorsa elbette marifetli deriz. Ancak günlük dilde böyle kullanılır. Tasavvuf yolunda ise; Yüce Rahman ise sürekli ilişki kuran bundan dolayı sürekli ağlayıp yalvaran b,ir insana O’ndan gelen bazı sırlar vardır; bu sırlar o kimsenin gönlüne rahmet damlaları gibi düşer. İşte böyle bir kişinin bilgisine marifet, o kişiye ise marifetli yahut en doğrusu arif denir. Derler ki bir arif kişi şöyle söylemiş: ‘Benim üç dostum vardır. Ne zaman ki ben ölürüm birisi evde, birisi yolda kalır diğeri de benimle birlikte gelir. Evde kalan maldır. Yolda kalan ailem, hısımlarımdır, benimle gelen ise iyiliklerim ve bu dünyadaki amellerimdir; tutum ve davranışlarımdır… Evet; bir gün Tanrı’nın aslanına sordular; Ya Ali, taptığın Allah’ı görüyor musun?.. O da şöyle cevap verdi; Eğer görmeseydim, tapmazdım. O halde biz mü’minlere düşen; Hakk Teala Hazretlerini her yerde hazır bilmek, onunla ilişkiye girmeye çalışmaktır. Kur’an’ı Kerim’de Dikkat edin, Allah şüphesiz her şeyi bilgisi ile kuşatandır denir. İşte bu bilgiye sahip lmaya çalışmamız lazım gelir. Şunu da söyleyeyim; marifetin de kendi içinde makamları vardır, birden başlayarak sıralarsak edeb, korku, perhiskarlık sabır kanaat, utanmak, cömertlik, ilim, miskinlik ki bu, kendi varlığından sıyrılmış, kendisinde hiçbir varlık görmeyen, her şeyde ve her yerde O’nu görendir. Evet, dokuzuncusu marifet onuncusu ise kendini bilmektir…’ syf 132
Marifet, sufilerin ruhani halleri yaşayarak, manevi ve ilahi halleri yaşayarak elde ettikleri bilgi. Tarikat yoluna giren sufilerin birtakım ruhani felsefeleri aşarak ilahi hakikatler vasıtasız olarak ulaşımları irfan elde etmeleri anlamında bir tabirdir. Kul Allah’a önce onun sıfat ve isimlerini tanımaya çalışarak yaklaşır. Çile ile nefsini arındırır. Kendisi ve çevresine yabancılaşır. Marifet Allah’ın kuluna kendisi hakkında verdiği bilgi anlamındadır. Şeriat, tarikat, marifet, hakikat bütün bunlar kulu Allah’a yakınlaştırır, birbirlerinin devamı yolundadır.
‘Marifet!.. Evet, şimdi.. Dedi hacı Bektaş. Günlük dilde kilim dokuyan bir hanıma güzel dokuyorsa elbette marifetli deriz. Ancak günlük dilde böyle kullanılır. Tasavvuf yolunda ise; Yüce Rahman ise sürekli ilişki kuran bundan dolayı sürekli ağlayıp yalvaran b,ir insana O’ndan gelen bazı sırlar vardır; bu sırlar o kimsenin gönlüne rahmet damlaları gibi düşer. İşte böyle bir kişinin bilgisine marifet, o kişiye ise marifetli yahut en doğrusu arif denir. Derler ki bir arif kişi şöyle söylemiş: ‘Benim üç dostum vardır. Ne zaman ki ben ölürüm birisi evde, birisi yolda kalır diğeri de benimle birlikte gelir. Evde kalan maldır. Yolda kalan ailem, hısımlarımdır, benimle gelen ise iyiliklerim ve bu dünyadaki amellerimdir; tutum ve davranışlarımdır… Evet; bir gün Tanrı’nın aslanına sordular; Ya Ali, taptığın Allah’ı görüyor musun?.. O da şöyle cevap verdi; Eğer görmeseydim, tapmazdım. O halde biz mü’minlere düşen; Hakk Teala Hazretlerini her yerde hazır bilmek, onunla ilişkiye girmeye çalışmaktır. Kur’an’ı Kerim’de Dikkat edin, Allah şüphesiz her şeyi bilgisi ile kuşatandır denir. İşte bu bilgiye sahip lmaya çalışmamız lazım gelir. Şunu da söyleyeyim; marifetin de kendi içinde makamları vardır, birden başlayarak sıralarsak edeb, korku, perhiskarlık sabır kanaat, utanmak, cömertlik, ilim, miskinlik ki bu, kendi varlığından sıyrılmış, kendisinde hiçbir varlık görmeyen, her şeyde ve her yerde O’nu görendir. Evet, dokuzuncusu marifet onuncusu ise kendini bilmektir…’ syf 132
‘…Yüce
Allah, ne yarattıysa insanlara verdi ve en önemlisi Kendini, kullarına verdi.
Ne der, biliyor musun; şimdi ‘Gökler sizin örtünüz, yerler sizin döşeğiniz, ay
ve güneş sizin cerağınız, yemişler sizin nimetiniz, cennet mekanınız, Rıdvan
kapıcınız melekler himayeciniz, Kabe kıbleniz, Kur’an inancınız, Muhammed
Mustafa şefaatçiniz, Adem atınız, Havva ananız, sizler birbirinizle
kardeşlersiniz. Bunca türlü nesneleri sizin emrinize verdim. Arştan yerin
dibine kadar her kim ve her nesne varsa sizlere bildirdim. Eğer Beni de
isterseniz bulursunuz. Zira ki Ben, sizin teniniz içinde canınızdan daha yakın
olanım. Gözünüzün görmesinden, kulağınızın işitmesinden, dilinizin
söylemesinden bile yakınım size. Elinizin tutmasından, ayağınızın yürümesinden
bile yakın olanım size… Size sizden dahi yakınım Ben.. Şimdi, bu ilimler
vasıtasıyla her ne bilirseniz kendinizi bilirsiniz. Her kim kenini bilirse Beni
bilir. Ademe candan Yüce Rahman’a da kuldan yakını yok. Can tene yakındır,
Allah da kullarına…’ syf 150
‘…Hacı
Bektaş hafifçe tebessüm etti: ‘Tasavvufta miskin demekle; varlık duygusundan
sıyrılmış bir varlığı yokluğa çeviren, kendisinde hiçbir varlık görmeyen kişi
kastedilir. Bu durum yolun son safhalarından biridir. Çünkü tek varlık Yüce Allah u Teala’dır. Bu dünyada ve kendinizde
gördükleriniz O’nun çeşitli yüce Sıfat ve İsimlerinden ibarettir..’ syf 166
‘…Derken
birisi; yolunuzda marifet kavramı
geçiyor bunu marifetli kişi demek midir, yani örneğin, kilim dokuyan bir hatuna
marifetli mi diyeceğiz? Diye Hacı Bektaş’a sordu…’syf 78
‘…Hemen herkes, bizimki galiba Hünkârımızı
imtihan etmek istiyor diye içinden geçirdiyse de Hünkar, bunu düşünmeden
samimiyetle anlatmaya başladı: ‘Akıl Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının görüntüleri olan varlıklar âleminde dolaşır ve
o âlemin izahlarını yapar. O’nunla temasa gelebilmek ise aklın gücünü aşar.
O’ndan bize haber getirecek olan tek kuvvet aşktır. Bu yüzden akıldan fayda
bekleyenler vahiy ve aşk nuru ile onu sıvamalıdırlar. İnsan akıl ve ilmi,
aşktan uzak düşünürse, ne aklından, ne de ilminden bir fayda temin eder. Aşk,
aklın cilası mevkiindedir. Ayrıca aklın Yüce Yaradan’ı tanıması aşk sayesinde
mümkündür. Bir bilge kişi ‘Aşk, evrenin özüdür.’ Diye kısaca özetlemiştir aşkı.
Eğer aşkla akıl yan yana gelip beraber çalışırlarsa; çok özel ve üstün durumlar
hâsıl olur… Şimdi insanı maalesef saran benlik duygusunu, kötülüğü, ihtirası ve
nefsin kötülüklerine, ancak ilahi aşk tam anlamı ile engeller. İslam büyükleri,
aşkı Gayelerin Gayesi, makamların en yücesi derecelerin en üstünü görmüşlerdir.
‘Gönlü aşkla diri olan asla ölmez.’ Derler. Bakara Suresinde şöyle söylenir:
‘İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allah dışında bazılarına Allah’a eş
tutarlarda onları Allah’ı sevmiş gibi severler. İman sahipleri ise Allah’a
sevgide çok kararlı ve taşkındırlar. Ali İmran Suresinde ise elçisine şöyle
söyler: ‘De ki eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Yüce Allah cümlemize hayırlı akıllar, hayırlı aşk
versin. Âmin…’ syf 170-171
‘…Halifelerden
biri olan Bekir elini kaldırdı, Velisine baktı. O başını salladı. Bekir dedi
ki; bir insan, Rahmani ile şeytani olanı ayımayı bilmedikçe kendini de bilmez.
Bir insan kendini bilmeyince Çalap Tanrı’yı da bilmez. Şimdi içimizde her kim
bu sözlerin manasını anlamışsa ve Rahmani ile şeytaniyi bilirse kendisini de
bilmiş olur. Bir insan ne zaman kendisini bilirse; aşk gelir, Hakk’tan yana
çeğırır Yüce Allah ne kadar talih nasip etmişse o kadar ileri gider. Özet
olarak kendi nefsini bilip öğrenen Rabb’ini hakkıyla bilir. Ayrıca kim kendinin
fani, geçici olduğunu bilirse, Yüce Allah’ının bakiliğini kalıcılığını da
bilir. Bilmek; birinin biri hakkında falandır, filanın oğludur, filan yerdedir
gibi bilgiler sahibi olması demek değildir. İlimle araştırmalı, izlemeli,
gözlemeli ve arştan yerin altına kadar her ne varsa kendinde bulmalıdır. Mesela
arş, insanda başa karşılıktır, bunun gibi… ‘Bekir pek de iyi ifade edemediğini
düşünerek Hacı Bektaş’ın yüzüne baktı; O da, ‘Fena değil’ gibilerden başını
hafifçe sağ tarafa eğdi...’ syf 132- 133
Derviş,
yoksul,
fakir kimse ve kapı eşiği anlamına gelir. Tasavvufta kendi nefsi arzularını
terk etmiş, iradesini mürşitine teslim etmiş müritlere denir. Allah yolunda
alçakgönüllülüğü ve fakirliği kabul eden kişi anlamına da gelir. Kul kılığında sultan
olması, maneviyat padişahı oluşu, ızdıraba alışkanlığı dolayısıyla bilinir.
Tasavvufta kendi nefsi arzularını terk etmiş, iradesini mürşidine teslim etmiş
müritlere denir. Mutasavvıflar derviş kelimesine birtakım anlamlar
yüklemişlerdir. Riyakarlıktan uzaklaşan, içiyle dışı bir olan, varlığı, yalanı,
dünyayı, şöhveti terk eden insan.
Dervişler bağlı
bulunduğu tarikatlara göre hırka giyerler. Başlarına tarikatlarına özgü
renklerde “arakiye” adlı keçeden bir taç geçirirler, üzerine tülbentten bir
sarık sararlar. Bellerine “şed” dedikleri kuşak bağlarlar. Boyunlarına ve
bellerine “şekel” adı verilen bir taş asarlardı. Dervişlerin bir asası, “teber”
dedikleri silahları ve keşkül dedikleri keseleri vardı.
Sünniliğin kabul ettiği
gerçek derviş yoksuldur. Bunun için de “on derviş bir posta sığar, iki pardişah
bir ülkeye sığmaz.” demişlerdir. Derviş, miskinliğe övünür, yoksulluğunu hiçbir
zaman çıkar aracı olarak kullanmaz. El emeği ve alın teri ile geçinir. Gönlü
zengin, eli açıktır. Kitapta şöyle geçmektedir:
‘…Allahın izni ile yarınki Cuma günü, senin dervişliğinin ilk günü olacak, bir ay kadar bizlerden adabını, törelerini öğreneceksin ve bu bir ay içinde, burada tekkede yapılması gereken bir iş sahibi olacaksın önce burada herkesin olduğu gibi iyi bir çiftçi olmaya bakacaksın. Tarlalarımız bol şükür, buğday ekeriz, buğdayımız, ham ederiz ki hem de bu köyde ihtiyacı olanlara hem civar köylere erişir. Diğer iş ise bu senin bileceğin. İstediğin bir iş olmalı terzilikten, marangozluğa, demirciliği, kireç karıp eve, odalara çalmaya, ne bileyim tuğlacılığa kadar bir meslek edinebilirsin. Gençler sana fikir verirler. Yalnız, müritliğe kabulünden hemen sonra ilk yapacağın iş helâların temizliğinden başlayacak, bu iş on, on beş gün sürer. Daha sonra sırası ile bulaşıkçıya ve aşçıya yardım edeceksin. Eliyle İdris’i işaret edip İdris derviş, dedi, aşçımızın baş yardımcısıdır. Sen de onun emrine gireceksin. Bir de yolumuzda halvete girmek vardır ki bir iki yıl sonra olur bu iş, dervişliğe iyice alıştıktan sonra… Şimdii halvet ne demektir bilir misin, üç gün on beş gün, yirmi bir ve kırk gün hücrelerimizden birinde, pek az yemek yiyerek pek az su içerek yalnız başına kalacaksın, kimseyle görüşmeyeceksin; Kur’an okuyacak, namaz kılacak, namazına namaz katacaksın, tespih çekeceksin, yani bol bol nafile ibadet yapacaksın, tefekkür edeceksin, yani İslamiyet üzerine derin derin düşüneceksin. Kendini tanımaya çalışacak, yapabildiğin kadar özünü bilmeyi öğreneceksin ve elbet daima Yaradan gönlünde ve dilinde olacak. O’nu gönlünde hissetmeye çalışacaksın.. Kırk gün halvete girmeye erbain çıkarmak derler.. Bu hemen olmaz. Her bir halvetini arada kısa veya uzun aralardan sonra yapacaksın. Bütün bunları söylemen niyetlendiğin işi sana tanıtmak evladım. ‘Gördüğün gibi, müritlik öyle kolay değil zor zanaat!.. İstersen yarına kadar düşün öyle karar ver, bilirsin dinimizde zorlama yoktur, bunun için yolda da zorlama yoktur, iyi düşün kendini tart öyle karar ver. Çünkü yapacağın bütün vazifeler gönül rahatlığı, gönülden gelen istekle yapılmalı aksi halde zorlama olur. Gönülden gelen istek, ilk başlarda yarım yamalak olursa da üzülme, yavaş yavaş bütün işlerin gönül arzuna göre kendi kendine ayarlanır hale gelir. Hiç merak etme… Yolumuzun günlük görevi ise çekilmesi lazım gelen bazı tespihlerdir ki, burada ilk anda kendine yakın bulduğun bir mürit kardeşini öğretmenin kabul et; ona danış, sana anlatır. Kadıncık ana ise halifelerimdendir. Pek tabii ona da her sorunu rahatça sorabilirsin…’ syf 139-140
‘…Allahın izni ile yarınki Cuma günü, senin dervişliğinin ilk günü olacak, bir ay kadar bizlerden adabını, törelerini öğreneceksin ve bu bir ay içinde, burada tekkede yapılması gereken bir iş sahibi olacaksın önce burada herkesin olduğu gibi iyi bir çiftçi olmaya bakacaksın. Tarlalarımız bol şükür, buğday ekeriz, buğdayımız, ham ederiz ki hem de bu köyde ihtiyacı olanlara hem civar köylere erişir. Diğer iş ise bu senin bileceğin. İstediğin bir iş olmalı terzilikten, marangozluğa, demirciliği, kireç karıp eve, odalara çalmaya, ne bileyim tuğlacılığa kadar bir meslek edinebilirsin. Gençler sana fikir verirler. Yalnız, müritliğe kabulünden hemen sonra ilk yapacağın iş helâların temizliğinden başlayacak, bu iş on, on beş gün sürer. Daha sonra sırası ile bulaşıkçıya ve aşçıya yardım edeceksin. Eliyle İdris’i işaret edip İdris derviş, dedi, aşçımızın baş yardımcısıdır. Sen de onun emrine gireceksin. Bir de yolumuzda halvete girmek vardır ki bir iki yıl sonra olur bu iş, dervişliğe iyice alıştıktan sonra… Şimdii halvet ne demektir bilir misin, üç gün on beş gün, yirmi bir ve kırk gün hücrelerimizden birinde, pek az yemek yiyerek pek az su içerek yalnız başına kalacaksın, kimseyle görüşmeyeceksin; Kur’an okuyacak, namaz kılacak, namazına namaz katacaksın, tespih çekeceksin, yani bol bol nafile ibadet yapacaksın, tefekkür edeceksin, yani İslamiyet üzerine derin derin düşüneceksin. Kendini tanımaya çalışacak, yapabildiğin kadar özünü bilmeyi öğreneceksin ve elbet daima Yaradan gönlünde ve dilinde olacak. O’nu gönlünde hissetmeye çalışacaksın.. Kırk gün halvete girmeye erbain çıkarmak derler.. Bu hemen olmaz. Her bir halvetini arada kısa veya uzun aralardan sonra yapacaksın. Bütün bunları söylemen niyetlendiğin işi sana tanıtmak evladım. ‘Gördüğün gibi, müritlik öyle kolay değil zor zanaat!.. İstersen yarına kadar düşün öyle karar ver, bilirsin dinimizde zorlama yoktur, bunun için yolda da zorlama yoktur, iyi düşün kendini tart öyle karar ver. Çünkü yapacağın bütün vazifeler gönül rahatlığı, gönülden gelen istekle yapılmalı aksi halde zorlama olur. Gönülden gelen istek, ilk başlarda yarım yamalak olursa da üzülme, yavaş yavaş bütün işlerin gönül arzuna göre kendi kendine ayarlanır hale gelir. Hiç merak etme… Yolumuzun günlük görevi ise çekilmesi lazım gelen bazı tespihlerdir ki, burada ilk anda kendine yakın bulduğun bir mürit kardeşini öğretmenin kabul et; ona danış, sana anlatır. Kadıncık ana ise halifelerimdendir. Pek tabii ona da her sorunu rahatça sorabilirsin…’ syf 139-140
Mevlana
Celaleddin Rumi, Belh şehri gibi daha 9.yüzyıldan
itibaren ünlü mutasavvıflar yetiştiren ve özellikle de Melametilik denilen,
kuvvetli bir mistik cezbeye dayalı sufilik akımının belli başlı merkezlerinden
olan bir şehirde; aristokrat çevrelere mensup sufi bir ailenin bir çocuğu
olarak dünyaya gelmiştir. Ancak beş yaşındayken Moğol istilasının başlaması
üzerine, ailesiyle birlikte oradan ayrılmak zorunda kalmış, beş yıl şurada
burada dolaştıktan sonra, on yaşındayken Anadolu’ya ayak basmıştır. Bu yeni
vatanınında bir yandan tahsilini sürdürmüştür.
Mevlana Celaleddin,
vahdet-i vücudçuluğunu da hiç şüphe yok ki, tasavvuf tarihinin akışını derinden
etkileyen en sistematil mutasavvıf Muhyiddin el-Arabi’ye borçludur; ancak o, bu
sistemin ahlakçı karakterinin üstüne kendi estetikçi damgasını vurmuş, onun
varlık meselesine verdiği ağırlığı insan faktörü üstüne kaydırmış, böylece bize
göre tasavvuf tarihinin en ilginç sentezlerinden birini meydana getirerek büyük
bir iş başarmıştır. Mevlana Celaleddin’in orijinalliği buradadır. Aynı başarıyı
Yunus Emre’de görüyoruz. Mevlana’nın Mağrip mektebinin ahlakçıi Irak mektebinin
zühdçü, İran mektebinin ise coşkucu ve estetikçi karakterini sergilediği
söylenebilir. Işınsu romanda Mevlana’nın da adını geçirmeyi unutmamıştır:
‘…Eee sonra… Sonra, hah buldum Mevlana diye bir veli varmış ve de Konya’da otururmuş. Namı Konya’yı çevresini tutmuş. Kendisi Selçuklunun büyük adamları ile ahbapmış, Moğollarla bile iyi geçinirmiş!. Yani demem o ki, eğer veli isen, şehirde oturman gerekir…’ syf 33
‘…Eee sonra… Sonra, hah buldum Mevlana diye bir veli varmış ve de Konya’da otururmuş. Namı Konya’yı çevresini tutmuş. Kendisi Selçuklunun büyük adamları ile ahbapmış, Moğollarla bile iyi geçinirmiş!. Yani demem o ki, eğer veli isen, şehirde oturman gerekir…’ syf 33
‘…Çok doğru söyledin hemşerim, dedi Hacı
Bektaş. İçin nasılsa herkesin izlediği tutum ve davranışların da öyle olacak.
Biliyorsunuz Konya’da sevgi ve saygı duyduğumuz Hz. Mevlana’nın bu konuda
düşüncesi ve tavsiyesi şudur; ‘Ya
olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.’ İşte şu veciz söz maksadımızı
çok güzel açıklıyor…’ syf 110
Romanda
Geçen Dini Tasavvufi Halk Edebiyatında Deyimler, Motifler ve Kavramlar
Tefsir: Türkler, Müslüman olduktan sonra yeni dinlerinin kutsal kitabını Türkçeye çevirmeye başlamışlar, daha sonraları da İslam dünyasındaki geleneğe uyarak Kur’an’ın yorumlarını (tefsir) yazmışlardır. Yazarlar, bir bölümü Arapça ve Farsça’dan tercüme olan bu tefsirlerde metnin Türkçe karşılığını kısaca vermekle yetinir, bazısı da uzun açıklamalarla konuyu işler.
Fıkıh: Fıkıh, İslam hukukudur. Fıkıh teorileri ve tatbikatı üzerine tercüme ve telif olarak yüzyıllar boyunca çok eser yazılmıştır. Bunların edebiyat tarihi bakımından en önemlileri fetvalardır. Şeyhülislamların kendilerine sorulan hukuki sorulara verdikleri cevaplardan ibaret olan fetvalar, yalnız fetvayı verenin değil, çoğu kez dönemin anlayışını ve değerlendirmelerini göstermesi bakımından ilgi çekicidir.
Ahiret:
Son
ikamet yeri, öteki dünyadır. Bütün varlıklar geçicidir. Bu hayat dünyadaki iyi
ya da kötü amellere göre cennet veya cehennemde sürecek olup, bundan kaçış
yoktur.
Ali: Hz. Muhammed’in damadıdır. Soyu anne ve baba tarafından Peygamber soyuyla birleşir. İslam dinini kabul eden ilk dört kişiden biridir.
Aşk: Tasavvufta en önemli unsurdur. Mutasavvıflara göre Tanrı’ya ancak aşk yoluyla varılır. Kainat Tanrı’nın aşk-ı zati nedeniyle cemalini görmek ve göstermek, bilinmek istemesinden ortaya çıkmıştır. Tanrı’ya ulaşmak, Tanrı’yı sevmek için Tanrı’yı bilmek gerekir. ‘Marifetullah, muhabbetullahtır.’
Aşık: Seven. Aşk samimidir, maddiyatla ilgisi yoktur. Gıdası, üzüntüdür. Hep ağyarla uğraşmak zorundadır. Aşık sevgiliden başka talih, felek, ağyar, zaman vs.den zulüm gören kişidir. Tasavvufi edebiyatta kendisini ilahi aşka adamış, bütün varlığıyla Allah sevgisine yönelmiş, Allah’a ulaşmak isteyen kimse.
Can:
Ruh, hayat, gönül. İnsanda yaşamayı sağlayan madde dışı varlık, manevi güç.
Beden elbisesi içinde varolduğu bilinen yaşam cevheri. Ruhla aynı anlamda
kullanılır. Can, aşığı temsil eder. Can, canan için feda edilebilecek en
kıymetli varlıktır. Bektaşilikte mürid ve derviş bu adla anılır.
Cemal: Güzellik, güzel yüz. Çok defa Tanrı’nın sevdiği kullara gösterdiği güzelliği veya yüzü anlamında kullanılır. Allah’ın lütfu. Sevgilinin güzelliğinin büyük bir bölümünü yüz oluşturur. Çünkü yüz; kaş, göz, dudak, yanak vs güzelliklere sahiptir. Aşık sevgilinin yüzünü görmek için her şeyini vermeye hazırdır. Yüz nurdur, güneştir, gündüz, sabahtır, ışıktır.
Fakir: Yoksul demektir. Bektaşiler “ben” demeyi sevmez, makbul saymazlar. Fakir sözünü “ben” yerine kullanırlar. Buradaki fakirlik Hz. Peygamberin ünlü hadislerinde dedikleri ve övündükleri çeşit yoksulluktur.
Halvet: Yalnız kalmak anlamındadır. Aynı mana için “uzlet” de kullanılır. Halvete “çile” ve “erbain” adı da verilir. Halvet nefis terbiyesi için yapılır. Dervişin kırk gün insanlardan ayrılıp küçük bir hücrede ibadet etmesidir. Halvetin dervişi olgunlaştırdığına inanılır. Masivadan ilgiyi kesip tamamen Allah’a yönelmek ve kendini ibadete vermek. Halvetten sonra halkın içine dönmeye de “celvet” denir.
Romanda geçen terimler
bu şekilde. Roman Hacı Bektaş Veli’nin hayatı yanı sıra hem Yunus Emre hem
Mevlana hem de Ahmet Yesevi’den kesitler sunarak bilgilendirici olmuştur. İçerisinde
yer alan tasavvuf terimler ve dini bilgiler dolu doludur ve okuyucuyu
bilgilendirir. Son olarak bu roman incelememi Yunus Emre’den birkaç şiiri
yazarak sonlandırıyorum.
İlim ilim bilmekdür
ilim kendün bilmekdür
Sen kendini bilmezsin
ya nice okumakdur
Okumakdan mani ne kişi
Hakk’ı bilmekdür
Çün okıdun bilmezsin ha
bir kurı ekmekdür
Okıdum bildüm dime çok
taat kıldum dime
Eri Hak bilmezisen abes
yire yilmekdür
Dört Kitabun manisi
bellüdür bir elifte
Sen elifi bilmezsin bu
nice okumakdur
Yigirmi dokuz hece
okusan ucdan uca
Sen elif dirsün hoca
manisi ne dimekdür
Yunus Emre dir hoca
gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir
gönüle girmekdür
Yunus Emre (İz-Kut,
C.1, 1985:280).
Severim ben seni candan
içeri
Yolum ütmez bu erkandan
içeri
O bir dilberdir ki
yoktur nişanı
Nişan olur mu nişandan
içeri
Beni sorma bana bende
değilim
Suretim boş yürür
dondan içeri
Beni benden alana ermez
elim
Kadem kim basa
sultandan içeri
Tecelliden nasip erdi
kimine
Kiminin maksudu bundan içeri
Yunus Emre (Gölpınarlı,
1975:59).
*Yazdığım yazı şahsıma aittir. Kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.
*Yazdığım yazı şahsıma aittir. Kullanılması durumunda yasal işlem başlatılacaktır.
Yorumlar
Yorum Gönder